Eleştiri
Steve Jobs
Apple cihazlar artık hepimizin hayatının bir parçası olduğundan Steve Jobs ismini duymayan kalmadı. Bilgisayar endüstrisinin önde gelen isimlerinden biri olduğu, artık tüm dünya tarafından kabul edilmiş durumda. 2011 yılında yakalandığı hastalığa yenik düşüp hayatını kaybeden Jobs’ın, teknoloji dünyasındaki pek çok CEO gibi narsist ve kontrol delisi bir adam olduğu zaten bilinmekteydi. Aaron Sorkin’in senaryosu bildiklerimizin üzerini karalayarak Apple tarihindeki üç kilit lansman üzerinden Jobs’u yeniden tanımlamamıza yardımcı oluyor. Üç parça olarak değerlendirilebilecek yapımda önce 1984 yılında Apple Macintosh’un tanıtılmasıyla başlıyoruz. Ardından şirket içi anlaşmazlıklar sebebiyle Jobs’un ayrıldığı ve 88’de NeXT adındaki meşhur, ama başarısız buluşunun lansmanı geliyor. Üçüncü parçada ise CEO olarak tekrardan Apple’a dönmüş bir Jobs ve iMAC’in dünyayla buluştuğu 98 yılı var.
Filmi izlemeden evvel oyuncuların pek çok röportajını okuyup, neredeyse katıldıkları her programı takip ettiğimden zaten bir tiyatro oyununa hazırlanırmış gibi uzunca bir süre prova yaparak filmi çektiklerini biliyordum. Normal bir senaryo 110-120 sayfa arasında olmasına rağmen Aaron Sorkin’in bol diyaloglu Steve Jobs’ı 200 sayfadan oluşmaktaymış. O yüzden es vermeyerek, makineli tüfek gibi konuşan Sorkin karakterlerine kendimi hazırlamıştım. Yalnız sadece içi boş diyaloglarla senaryolarını donatan bir kalem değil kendisi. İlham aldığı tiyatro oyunlarından sadece filmi birkaç parçaya bölme fikrini almamış, ayn zamanda devamlılık namına da Jobs’un çalışanları ve özellikle kızı ile olan ilişkisini harika bir konuma yerleştirmiş. Her lansmanın öncesinde kuliste olup bitenleri izleyerek bu dahi adamın dünyasına konuk olurken Jobs’u da kafamızda yeniden tanımlamaya ve yaptığı seçimleri, düştüğü yanlışları mantıklı nedenlere bağlamaya başlıyoruz. İş televizyona geldiğinde, özellikle The Newsroom’da mastürbasyon yapıp tüm karakterlerini IQ ve kültür seviyeleri aşırı yüksek kusursuz insanlar gibi resmetmeyi seviyor Aaron Sorkin. Yalnız Steve Jobs’da herkes defolu ve bu yüzden gerçeklik hissi veriyor. Bir film değil, iyi çekilmiş bir belgesel izlediğinizi düşünüyorsunuz. Üstelik kamera Fassbender’ın yörüngesini terk etmese de tüm karakterlerine eşit mesafede yaklaşmak için çaba sarf ediyor.
Danny Boyle sanıyorum bozuk bir musluktan sürekli damlayan suyu bile heyecan verici, dinamik bir filme dönüştürebilecek kabiliyete sahip. Bugüne kadar beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı diyemem. The Beach ve Trance gibi gerçekten hazzetmediğim filmleri var. Fakat Slumdog Millionaire her ne kadar senaryosu taşlanan bir film olsa da teknik anlamda kusursuz bir yapım. Acaba bu Boyle’un değil de çalıştığı ekibin marifeti mi diye düşünmenize sebep olacak her şeyi de tamamen unutturuyor Steve Jobs’da. Çünkü iki film arasında teknik kadrodan tek bir ortak isim bulmak mümkün değil. Bu sefer görüntü yönetmenliğini Alwin H. Küchler’e ve kurguyu da Elliot Graham’e teslim etmiş. Dün Altın Küre’den müzikleriyle adaylık almayı başaran Daniel Pemberton da Boyle’un dünyaya bahşettiği yeni bir yetenek. Steve Jobs’un en büyük talihsizliği hiç şüphesiz ki bir başka teknoloji devi Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’le ilgili başyapıt niteliğinde bir film izlemiş olmamız. Daha film çekilmeye başlanmadan Fincher ile Boyle karşılaştırmaları sarmıştı zaten dört bir yanımızı. Fakat Boyle’un biyografisini izledikten sonra bambaşka kulvarlarda yer aldıklarını ve ikisinin de takdirimizi hak eden çok değerli yönetmenler olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
12 Years a Slave ile hakkının yendiğini düşündüğüm Michael Fassbender’ın, sanıyorum her sene fazlaca filmde rol aldığından yüzü yavaş yavaş eskimeye başlamıştı. Fakat şunu dürüstlükle söyleyebilirim ki, Fassbender burada hayatının performansını ortaya çıkarmış. Eğer ki Steve Jobs, Amerika gişelerinde hüsrana uğramamış olsaydı Leonardo DiCaprio’nun en büyük rakibine dönüşebilirdi. Üstelik gerçek bir karakteri canlandırırken işi taklide dönüştüren diğer oyuncuların aksine Fassbender, gerçek Steve Jobs’a benzemeye çalışmayıp kendi kendine yeni bir Jobs yaratıyor. Okuduklarıma bakılırsa da elmacık kemiklerine yapılan muamele ve perukları haricinde herhangi bir fiziksel anlamda benzetme çabası yok zaten. Fassbender’la birlikte filmi taşıyan bir diğer isim ise Kate Winslet. The Reader ve Revolutionary Road ile ödüllere boğulduğu seneden beri parlamasını beklediğimiz başarılı aktris harika bir geri dönüş yapmış. Winslet tarafından canlandırılan Joanna Hoffman filmde biraz da seyircinin gözü esasında. Jobs’a olan hayranlığı ve onu daha iyi bir insan olabilmesi için teşvik etmesi sizin perdeye girip de yapmak istediklerinizin karşılığı adeta. Seth Rogen ve Michael Stuhlbarg filmin yardımcı oyuncu kadrosunda yer alan tanıdık yüzler. Jeff Daniels da kilit rollerden birinde karşımıza çıkmasına rağmen, son 3-4 filminde hep aynı karakteri canlandırıyormuş hissi yaratmakta. Sorkin’in diğer projesi The Newsroom’da sanıyorum Daniels’ın yeteneklerinin sınırlarını gördük ve bir devir sona erdi. Yalnız ben bir de Katherine Waterston’la Sarah Snook’un isimlerini eklemek istiyorum. Ufacık rollerde, olağanüstü performanslar çıkarıyorlar. İkisi de bence başrollerde yer almayı hak eden aktrisler. Geçen sene izlediğimiz Inherent Vice ve Predestination’da bunu iyice kavramıştık zaten.
Steve Jobs, 21. yüzyıl gençliğinin şahit olduğu bir dehayı anlatırken, başka bir dehanın senaryosunu ve rehberliğini kullanıyor. Alamayacağı her Oscar adaylığı ucuz bir Spielberg filmine ve LGBT’nin duygularını sömüren Tom Hooper projesine gideceği için çok üzgünüm. Ama siz eleştirilere kulaklarınızı tıkayıp sinema salonlarındaki yerinizi alın. Belki gönüllerinizin Oscarlar’ı Fassbender, Boyle ve Sorkin’e gider.
[review]