Eleştiri
Room
What Richard Did ile İstanbul Uluslararası Film Festivali’nden ödülle dönen yönetmen Lenny Abrahamson, daha geçtiğimiz sene Frank ile çok da geleneksel olmayan bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermişti. Michael Fassbender’ın kafasına tahtadan bir maska geçiren Abrahamson, araya çok zaman koymayıp yeni filmi için kolları sıvamış. Room, Emma Donoghue’nun romanından beyazperdeye uyarlanmış bir drama. Bizzat Donoghue tarafından senaryolaştırılan hikaye başroldeki erkek çocuğunun gözünden anlatılıyor. Room, altı sene evvel kaçırılıp küçücük bir odanın içerisine hapsedilmiş Joy ile dünyayı sadece bu odadan ibaret zanneden oğlu Jack’in etrafında dönmekte. Onları buraya sıkıştıran Old Jack işini kaybettikten sonra artık Joy’a ve oğluna bakmak bir külfet haline dönüşüyor. Joy da Old Nick’in onları öldüreceğini düşündüğünden hemen bir plan yaparak altı sene sonra firar etmek için çabalıyor. Sonrasında ise hayatında ilk kez dış dünyayla buluşan Jack’in ve yıllar sonra ailesine kavuşan Joy’un reaksiyonlarını izlemeye koyuluyoruz.
Emma Donoghue ve Lenny Abrahamson bir araya gelip Room’u tam ortadan ikiye bölümüş. İlk parçada ufacık bir odada yıllardır yaşam mücadelesi veren anne oğulu izliyoruz. Joy, onu koruyabilmek adına oğlunu böyle bir gerçekliğin olduğuna inandırmış ve odadaki hayatına teslim olmuş. Kaçmak için mücadele vermeye başladıklarında bir seyirci olarak yaşadığım deneyim kelimelerle ifade edilemez. Her ne kadar yönetmen her şeyi küçük karakterinin gözünden anlatmaya çalışsa da (Bu noktada bana biraz What Maisie Knew’u anlattı.) arka plandaki dehşeti görmezden gelemiyorsunuz. Özellikle Jack’in firarı sırasında değme gerilim filmlerine taş çıkartacak bir tansiyona erişiyor Room. Uzun zamandır kendimi tamamen kaptırıp, amacına ulaşması için böylesine desteklediğim bir karakter olmamıştı. Lakin film bu noktaya kadar zirveye adım adım ilerleyip, Joy ile Jack dışarıya çıktıktan sonra betona çakılmanız için sizi zirveden yere bırakıyor.
Joy’un babası, kızının bir cani tarafından hamile bırakıldığını bildiği için Jack’le hiç iletişim kurmayınca problem oluyor. Ama bunun ifade ediliş biçimi, acaba Donoghue bu karakteri filme hiç dahil etmese miydi diye düşündürüyor. Bir diğer yanda da eve gelen televizyon kanalı var. Joy’u intihara kadar sürükleyen sohbette bugüne kadar çocuğunun kurtulması için mücadele etmemesi üzerinden bencil olduğu iması yapılınca ana karakterin verdiği tepkiler de tartışmaya açık. Larson’ın her röpörtajında dikkat çektiği bu sahnedeki planlı ve yapay halleri belki de Room’un en zayıf noktası denilebilir. Benim kafama asıl takılan şey klostrofobik ve karakterlerin oraya geliş hikayeleri yüzünden kanınızı donduran bir ortamda yılın önemli yönetmenlik başarılarından birine imza atan Abrahamson’ın ikinci yarıda niye koltuğunu bıraktığı. Film bu noktada hem senaryo, hem de vizyon anlamında sıradanlaşıp seyircisiyle olan bağını koparıyor. Başından ortasına kadar dikkatlice inşa edilen anne – oğul ilişkisi bile ilginizi çekmeyi başaramıyor. Film yerini oyuncularına abartılı birkaç tepki vereceği sahnelere, zorlama diyaloglara bırakıyor.
Eğer Room’da bir MVP’den (Most valuable player = en değerli oyuncu) bahsedecek Jacob Tremblay’in adını anmak gerek. Genç aktör bana St. Vincent’daki Jaeden Lieberher’i hatırlattı. Malum o da bir filmden diğerine koşuyor. Çok başarılı bir kariyere sahip olacağımı düşündüğüm Tremblay, en kilit sahnelerde dahi bir kurgu harikasıymış gibi durmayan, neredeyse bu küçük beyin tarafından saatlerce prova yapılıp ortaya konmuş hissi yaratan performansıyla aklınızı başınızdan alıyor. Eylül başında Telluride’de prömiyerini yapan filmin eleştirilerinde Brie Larson’dan çok Jacob Tremblay’in adını görmek şaşırtmamalı. Larson’a gelirsek… Yazının en başında da söylediğim gibi ben United States of Tara’da mutlu, mutsuz, endişeli, kızgın, şaşkın, korkmuş vb. Larsonlar’ı zaten gördüm. Room’daki işçiliğinin de önüme yeni bir şey koyduğundan emin değilim. Evet, hikayenin ağırlığına bağlı olarak (özellikle ilk yarıda) başarılı bir iş ortaya çıkarıyor. Fakat onu bu denli büyük bir favoriye dönüştüren şeyin ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Deneyimli aktris Joan Allen ile Shameless sayesinde tekrardan hayatlarımıza giren William H. Macy’ye ise figüran muamelesi yapılmış. İkisinin de olası ödül muhabbetlerine dahil olabilmek için filme yama gibi eklenmiş, kaynama noktalarına ulaştıkları sahneleri var. Fakat hikayedeki varlıklarının bir anlam içerdiğinden şüpheliyim. Öyle ki Jack’in annesinden daha kolay bir şekilde iyileştiğini ima eden saç kesme sahnesi bile duygusuzluğuyla filmin akışını bozuyor.
Room’un çok acı bir meseleye doğru bir şekilde parmak basarak başladığını inkar edemeyeceğim. Fakat negatif eğimli bir doğru gibi finale doğru yere çakılmak için hazırlıklar yapılmış adeta. Anne oğulun son sahnede o küçük odayı ziyaret ettiklerinde yaşanacak duygu patlamasının ve Jack’in kayıtsızlığının daha büyük ölçekli olmasını beklerdim. O yüzden tam ara bir yerde not vererek köşeme çekileceğim.
[review]