Eleştiri
The Hateful Eight
Yıl boyunca sayısız röpörtaj vererek kafasının içinde dönenleri halka sunmaktan geri kalmayan Tarantino, mesleği onuncu filmiyle bırakacağını ve tiyatro yönetmenliğine geçiş yapacağını açıkladı. O yüzden sona doğru yaklaşırken filme de adını veren 8 numaralı The Hateful Eight ciddi bir değer taşıyor. Film, Wyoming’in tepelerinde çıkan kar fırtınası sonucu elindeki tutsak ile birlikte kendini bir barakaya atan kelle avcısıyla start alıyor. Yolculuk sırasında önce İç Savaş’ta üzerine düşenden fazlasını yapmış bir meslektaşı, daha sonra da gittikleri kasabanın yeni şerifi olduğunu iddia eden birisi seyahatlerine ortak oluyor. Asıl şenliğin ise gittikleri yerde başladığını görüyorsunuz. Birbirinden enteresan karakterlerle dolu bu barı andıran küçük mekanda egolar çarpışmaya, eski defterler açılmaya ve herkesin görünen değil asıl amacı ortaya çıkmaya başlıyor. Tarantino’nun biraz Reservoir Dogs, biraz Django Unchained, biraz da Jackie Brown’ı andıran epik hikayesi dallanıp budaklandıkça da keyifli bir hal alıyor. Tabii yönetmenin sinemasında vazgeçilmezler arasına girmiş kan dolu sahnelerle birlikte ilerliyoruz.
Tarantino’nun kariyerinden ayrı bir şekilde ele aldığınızda The Hateful Eight’in ilk yarısında ciddi sıkıntılar olduğunu söyleyip, sırf ikinci yarı için kredi verebilmek mümkün. Senaryoda önce atmak istediği taklaları, karakterlerinin ağzına olabildiğince absürt diyalogları en anlam ifade eden halleriyle yerleştirmeyi ve teker teker hepsinin amaçlarını, doğrularını ve yalanlarını anlatmayı aradan çıkarıyor. Tabii bu kısım uzadıkça dikkat dağılıyor, Tarantino’nun filmi “Acaba 60 dakikası kurgu masasında terk edilse ne elde edilirdi?” sorusunu sordurtan bir eziyete dönüşüyor. Derken Agatha Christie romanlarına da benzetilen ikinci yarı start aldığında ise The Hateful Eight’in tam anlamıyla kabuk değiştirdiğine ikna oluyorsunuz. Hatta ülkemize uğramayan Roadshow versiyonu üzerinden konuşursak (Tarantino filmi için bir açılış ve intermission yapılandırmış.) The Hateful Eight’in dördüncü bölümü itibariyle üzerindeki ölü toprağını attığını söylemek yanlış olmaz.
Gel gelelim, 21. yüzyılın “büyüktür – küçüktür” işaretli eleştirmenliğiyle (?) Tarantino filmleri arasında The Hateful Eight’i üst sıralara çıkarmak pek mümkün değil. Django Unchained’in her satırının arkasındaki anlam burada değerini yitirip Tarantino’nun egosunun daha ön plana çıktığı bir “Fikrim var!” çığırtkanlığına dönüşmüş. Reservoir Dogs’daki üç boyutlu karakterler burada birer karikatüre çevrilmiş. Kadın düşmanlığı meselesine ucundan değinmek istemesem de The Hateful Eight’deki tüm acıların Jennifer Jason Leigh’ye uygun görülmesi ve hatta filmdeki tek kadın karakterin esasında diğerlerinin de başına gelenlerin kaynağı olması kafanızı sıvazlamanıza sebep oluyor. Tarantino belki parmağını birinin gözüne sokarak bize hedef göstermese de vermek istediği mesajın üzerindeki tozu şöyle bir silkelediğinizde 60’ına merdiven dayamış bir adamın pek sevdiği temalar üzerinden kadınlara veryansın ettiğine şahit oluyorsunuz. Amerika’nın pek kanlı tarihi hakkında yeterli bilgiyi verdiğine ise muhtemelen kendinden başkası inanmamıştır. Ama ne ilginçtir ki belki de The Hateful Eight’in en eğlenceli detayı olan mektup, İç Savaş’ın sonlanmasına ön ayak olan Lincoln tarafından yazılmış. Quentin hedef şaşırtmak söz konusu olduğunda sektördeki en zeki adamlardan biri olduğu için buna pek şaşırmıyoruz. Yalnız benim filmle olan asıl problemim tam olarak bu değil. Hatta filmin ilk yarısında baygınlık geçirmesine rağmen şakşakçılık yapan arkadaşlarıma da aynı soruyu soruyorum: Benzer hataları bir başka yönetmen yapsaydı affeder miydik? Bence cevap koca bir hayır. Belki de Ennio Morricone’nin olağanüstü müzikleriyle bezenmiş açılış fazla kusursuz olduğundan filmin serbest düşüş yaptığını düşünüyorumdur, kim bilir.
Kadroyla ilgili ise tek bir şikayetim yok. Filmin en kilit rolünü üstlenen Samuel L. Jackson bir kez daha ne kadar yetenekli bir aktör olduğunu hatırlatıyor. Denzel Washington gibi rafındaki Oscarlar’ı parlatamıyor olması çok acı. Benim yıl sonu listemde yer alamayacak olsa da Akademi’nin Johnny Depp ve Matt Damon’a adaylık verme ihtimalleri düşünüldüğünde, neden o iki koca kerestenin yapamadıklarını yıllardır icra eden bir aktör aday olamıyor diye düşünüyor insan. Ve tabii yollar yine ırklara, renklere çıkıyor, susuyoruz. Kurt Russell garip bir şekilde varlığından haberdar olduğum ama bu seneye kadar doğru düzgün bir filmini izlemediğim bir aktördü. Bone Tomahawk ile birlikte iyi bir yıl geçirdiğine şüphe yok. Hatta Marvel’dan da teklif almış sanırsam. Tarantino’nun yolunu açtığı bir başka efsane olmaya doğru ilerliyor. Benim için asıl yıldızlar ise Walton Goggins ve Jennifer Jason Leigh ikilisiydi. Çok çok abartılı, ama mizahi içeriği yüksek olduğundan sonuç veren performanslar ikisi de. Justified’ın yıldızı Goggins, Şerif Manix karakterini eldiven gibi üzerine geçirmiş. Jennifer Jason Leigh ise repliğinin olmadığı anlarda daha çok parlıyor. Ufacık tebessümleri ve jestleriyle birlikte sahne aldığı her aktörü gölgeliyor. Lakin Tim Roth, Michael Madsen ve Demian Bichir için çok iyi şeyler düşünmüyorum. Roth, Christoph Waltz’dan boşalan koltuğu doldurmaya gelmiş. Madsen’ın canı belli ki artık aktörlük yapmak istemiyor. Bichir ise Tarantino dünyasının en sıkıcı karakterine oldukça tekdüze bir yorum getiriyor.
Channing Tatum’un bir kez daha koca bir filmi kurtardığına şahit olmak istemeyenler için zorlu bir deneyim gibi gözükse de The Hateful Eight ilk yarıyı uyuyarak tamamlayanlara ikinci yarının başında kısa bir özet geçip fitili ateşliyor. Dolayısıyla en yüksek notumla en düşüğünün ortalamasını alarak bir yere kondurdum The Hateful Eight’i. Fakat Tarantino dünyasını sevmiyorsanız hiç şans tanımayın, samimi tavsiyemdir.
[review]
https://www.youtube.com/watch?v=6_UI1GzaWv0