Eleştiri
The Danish Girl
Sıradan izleyicinin gönlünü görkemli setleri, kostümleri ve abartılı kötü oyunculuklarıyla çalabilecek The Danish Girl, David Ebershoff’un aynı adlı biyografisinden uyarlama. Gerçi içerisindeki kurgu payının yüksek olduğu söylense de hikayenin ana kahramanı Lili, nam-ı diğer Einar Wegener, gerçekten de 1920’li yılların Danimarka’sında yaşamış ünlü bir ressam. Pek sevgili eşi Gerda ile entelijansın içerisinde mazbut bir hayat süren Einar, çocukluğundan beri içinde sakladığı hislerine çeşitli olaylar sebebiyle artık ses vermek istiyor ve dünyaya erkek olarak gelmiş olmaya isyan bayrağını çekiyor. Gerda’nın da yardımıyla eş dost partilerine kadın kılığında gitmeye başlayan Einar/Lili, zamanla bu kimlikle bütünleşiyor ve bütünleştikçe ona yaşadığı kimlik sıkıntılarında hep yardımcı olan karısıyla da arası açılıyor. Bilmeyenler için de hemen söyleyelim, her ne kadar sonucu büyük bir başarı olmasa da Lili Wegener tarihte cinsiyet değiştirme ameliyatı olan ilk erkek.
Şimdi hepsini bir kenara bırakıyoruz. Lili’nin hikayesinin transların tarihinde ne kadar büyük bir önem taşıdığını, böylesine ünlü isimlerin arka çıktığı bir filmle ekrana gelmesini, yapılan kampanyayı, her şeyi… The Danish Girl’ü tek başına bir film olarak değerlendirip, tüm misyonunu arka planda bıraktığınızda da sorunlar baş gösteriyor zaten. Tom Hooper yaklaşık 50 yıldır Hollywood tarafından sırf seyircinin gözyaşlarını harekete geçirmek amacıyla kullanılan formüllerin hepsini iki saatlik bir filmin içerisine monte etmiş. En duygulu anlarda yaylıların baş kahramana dönüştüğü bir müzik mi? Hazır. Ana karakterinin yolculuğunda kadınları birer paçavra gibi kullanıp tek boyutlu olarak tasarlamak mı? O da hazır. Başrole yazılmış bol malzemeli sahnelerde burnundaki gözenekleri görecek kadar derin zoomlar mı? Tabii ki de hazır! Klişe olaylar, 20. yüzyıla yakışır ahenkli espriler ve tüm rezaleti örtbas etmek için yapılmış kostümler mi? Onlar hepten hazır. Acaba stüdyo yeterli zamanı tanımış olsaydı, Tom Hooper seyircisine daha kaç tane tuzak kurardı diye düşünüyor insan.
Lili ile Gerda’nın üçüncü boyutlarını rüyalarında görmesinden geçtim, ki zaten tek bir karakterle empati kuramamamızın sebebi herkesin kartonu andırması, bir de tüm bu trans meselesi var. Geçtiğimiz yıl The Imitation Game de benzer eleştirilere maruz kalmıştı hatırlarsanız. Fakat ben filmin sadece pazarlanmasında Alan Turing’in cinsel kimliği kullanıldığı için kulaklarımı tıkayarak filmin yetkinliğine kendimi kaptırmıştım. The Danish Girl’ün ise senaryosunda da aynı kurnazlık mevcut. Tarihin çok önemli bir sayfasından kopup geldiğini yüzünüze vurmak için elinden geleni yapıyor. Yalnız bunu Lili üzerinden değil de neredeyse homofobik sayılabilecek hetero bir bakış açısıyla, Gerda’nın anlatısıyla önümüze koyması hazmı zorlaştırıyor. Çünkü Einar, özüne evrildikçe sürekli ekranın bir köşesinden fırlayıp ağlayan bencil bir kadın var. Tom Hooper neredeyse asıl kahramanın Lili değil de, kocasını feda ettiği için Gerda olduğunu söyleyecek kadar ahlaksız bir tutuma sahip. Henüz eşcinselliğe “Çocuktuk, geçti.” mantığıyla yaklaşan 20. yüzyıl Tom Cruise’u Hans Axgil ve çek defterine bir şeyler karalayıp Lili’ye sahip olmak için mantar gibi türeyen Henrik’den bahsetmedik bile. Ki zaten onlara girdiğinizde bu sözde toz pembe hikayenin tavanlarından katranlar akmaya başlıyor.
Eddie Redmayne muhtemelen kariyerinin en kötü performansını koymuş ortaya. Filmin ilk anlarında iyi bir şeyler çıkabileceğine umut etmiştim. Fakat Stephen Hawking’den izler taşıyan Lili Elbe olarak Redmayne abartının zirvesinde geziniyor. Benim kati surette tahammül edemediğim bir oyunculuk tarzı. İnandırıcılıktan yoksun, sadece makyaj ve kostümle ayakta duran bu tarz portreleri alkışlamak içimden gelmiyor. Bu da yetmezmiş gibi Eddie’nin Tom Hooper’ın ahlaksızlığına gittiği her yerde arka çıkması ve ödülü aldıktan bir sene sonra aynı açlıkla benzer bir ilgi açlığı yaşaması acı. Buradaki performansıyla alkışa tutulan Alicia Vikander’in ise daha kabul edilebilir bir oyunu var. Lakin Alicia, sarı markerla senaryoda payına düşenleri boyayınca zaten üzerine düşenin sadece ağlamak olduğunu anlayıp sete her gün gözlerini şişirip gelmiş. Muhtemelen bu kadar kötü yazılmış bir karakter kariyerinin ilk yıllarında bile verilmemiştir Vikander’e. Ne üzücü bizim gibi onu A Royal Affair ve Anna Karenina’da keşfedenlerin şimdi bu filmle taçlandırıldığını izlemesi. Avrupa’nın sinemaya bahşettiği yeni yıldız Matthias Schoenaerts ve her türlü LGBT temalı filmde rol almak için sene başına 10 film çekmeye ant içmiş Ben Whishaw’un da hatırı sayılır miktarda sahnesi var. Hatta Amber Heard da bir şekilde önüne atılan artıklardan nasiplenmeye çalışmış. Fakat kime neyi niye anlattığını şaşıran Tom Hooper her biri başrol olmayı hak eden yardımcı oyuncularına pek fırsat tanımamış.
Kamerasından gördüğü evrenle pek sıkıntım yok Tom Hooper’ın. Hatta ekranın köşesine attığı oyuncularla olan ilişkisi neredeyse hoşuma gidiyor denebilir. Rutubetli duvarlar izlemek, arkasında böylesine deneyimli teknik bir ekip varken keyifli. Fakat The Danish Girl’ün kalbi temiz değil. Birileri eline kapanları alıp homofobik bir transseksüel hikayesi çekmek istemiş, seyirciyi tuzağa düşürmeyi bekliyor. Neyse ki okuyan, izleyen, kendini geliştirmeye çalışan insanlarız da bu rezalete alkış tutmuyoruz.
[review]