Eleştiri
Trumbo
1940’lı yılların ikinci yarısında Komünist Parti’ye katılan Amerikalılar’ın Rus ajanı ilan edildiği bir dönemde, başarılı senarist Dalton Trumbo da aktivistliğinin bedelini kara listeye alınarak ödemiş. Bu kara liste, Hollywood’da çalışan pek çok ismin kariyerini sonlandırmış bir leke esasında. Lakin özellikle senaristler takma adlar kullanarak bir şekilde hayatlarını idame ettirmeye devam etmiş. Trumbo da bu dönemde önüne gelen pek çok senaryoyu tekrardan yazıp düzelttiği gibi, çalışmasının yasak olduğu aralıkta Roman Holiday, The Brave One ve Spartacus’ü yazarak pek çok başarıya imza atmış. Hatta bu takma isimlerle aldığı iki tane de Oscar’ı mevcut. Fakat ödüllerine ulaşabilmek için bu kara liste saçmalığının ortadan kalkması yani ömrünün sonunu yaklaşması gerekmiş Dalton Trumbo’nun. 2015 yapımı, üç dalda SAG, iki dalda Altın Küre adayı yapım da zamanında gündemi epey meşgul etmiş saçmalığın sektörün üzerindeki etkilerini tek bir karakter üzerinden anlatmaya çalışıyor. Televizyon için yaptığı işlerle tanınan John McNamara herhangi bir detayı atlamadan Trumbo’nun hayatının büyük bir kısmını tek bir başlığın altına sığdırmış. Peki ne kadar başarılı? İşte orası tartışmalara açık.
Trumbo, konusu itibariyle 1940, 50 ve 60’lı yılların Hollywood’una aşık sinemaseverleri can evinden vurabilecek yetkiye sahip, fakat yetisi sınırlı. Bunun sebebi ABD’nin hep övündüğü düşünce özgürlüğünü paramparça eden kara listeyi anlatırken lafı fazla uzatması mı bilmiyorum. Ama şu bir gerçek ki, Trumbo’nun içerisinde dört bölümlük bir Lifetime mini dizisine sığabilecek kadar hikaye mevcut. Belki de televizyon filmi/dizi benzetmeleri içeriğinin fazlalığındadır. Lakin büyük bir telaşla pek çok anektodu arka arkaya sıralarken, Trumbo dağılmaya ve parçalara bölünmeye başlıyor. Bir yanda sadece kariyeriyle değil aile hayatıyla da gereksiz yere bedel ödeyen bir adam izliyorsunuz. Bir yanda da o dönemin şaşasını bildiğinden John Wayne ve Kirk Douglas gibi pek çok ünlü oyuncuyu hikayeye dahil etme çabasında bir yönetmen var. Bunlar yetmezmiş gibi filmin son çeyreğinde Trumbo’nun kızıyla duygusal boşluk dolduruluyor (ya da deneniyor diyelim). Hatta yönetmen, kapanış jeneriğinde asıl senaristin vakti zamanında verdiği bir röpörtajı kondurmuş. Yıllar sonra sahibini bulan Oscar’ını sırf kızının arkadaşları babasının mesleğini sorduğunda saklamak zorunda kaldığı bir çocukluk geçirdi diye istemiş. Amacı kızı da artık göğsünü gere gere babasının kimliğini, yaptığı işleri açık edebilsin.
Tıpkı The Big Short’un arkasındaki isim Adam McKay gibi komedi filmleriyle adını duyurmuş birisi yönetmen Jay Roach. Meet the Parents ve Austin Powers serisini çekmiş bir adamdan bahsediyoruz neticede. Fakat tıpkı dramatik ağırlığı olan diğer işleri gibi (Game Change, The Brink), Trumbo da politik yozlaşmanın esasında mizahi anlamda ne kadar değerli bir malzeme olduğunun altını çiziyor. Belki doğru bir senaristin ellerine düşse Trumbo’yu 21. yüzyıl Hollywood klasikleri arasına bile yerleştirebilirdik. Fakat şu haliyle Oscar almak için takla atan, stüdyonun emirleriyle yazılıp yönetilmiş hissiyle dolu bir film olmuş. Bir yanda film karesine girdiği anda ekran karizmasıyla dikkat çeken bir Kirk Douglas profili var, diğer tarafta ise kötülüğün timsali ve fazlasıyla karikatürize bir Hedda Hopper. Hangi meseleye ne kadar odaklanacağını bilemediği gibi, dengeleri de kuramıyor kısacası Trumbo. Tabii her ne kadar kötü yazılmış olsa da bu filmi Türkiye’den izliyor olmanın ayrı bir etkisi var. Devlet kanalında dekolte giydi diye açığa alınan aktrisle aynı ülkede yaşıyoruz bizler. 50’lerin Hollywood’undaki diktatörlük, 2010’lu yılların Orta Doğu’sunda hükmünü hala sürmekte.
Gelelim Trumbo’nun asıl marifetine, yani oyuncu kadrosuna… Breaking Bad ile milyonların gönlüne taht kuran Bryan Cranston, kariyerine bir başarılı performans daha eklemiş. Kimi anlarda abartıya kaçtığını ve oyunculuğunun taklide dönüştüğünü inkar edemeyeceğim. Fakat yıllardır Mr. White olarak izlediğimiz bir simayı tamamen o rolden uzaklaştırıp bambaşka bir kıyafetin içerisine yerleştiriyor. Bu bile büyük bir başarı bana kalırsa. Aldığı sürpriz Oscar adaylıklarıyla herkesin sinirlerini bozan Helen Mirren’ın durumu ise ilginç. Filmdeki sahnelerinin neredeyse tamamında romantizm akımının kötü karakterleri gibi tek bir beyaz noktası olmayan kapkara bir kadını canlandırıyor Mirren. Ve bunu yaparken de şaşadan, göze bir şeyler sokmaktan kaçınmıyor. Lakin bu abartı sonlanıp filmin finaline yaklaştığınızda öyle bir sahnesi var ki neden Helen Mirren’ın yaşayan en iyi İngiliz aktrislerden biri olduğunu hatırlıyorsunuz. Televizyonda gördüğü bir haberle yıllardır verdiği emeğin hiçe sayıldığını gören Mirren tek bir cümle dahi kurmadan tüm duygularını beş saniyeyi aşmayan bir sahnede ortaya koyuyor. Eğer Oscar adaylığı alacaksa, sırf buradaki güçlü oyunu için çenemi kapatmaya hazırım. Kadronun geri kalanı ise tonlarca vasat halkadan oluşmakta. Michael Stuhlbarg hunharca harcanıyor. Diane Lane yine ön plana çıkmak için çaba gösteriyor, ama sonuç vermiyor. Louis C.K. bir kez daha kendi halindeki komedisinin dışına çıkmaması gerektiğini hatırlatıyor. Elle Fanning ise heyecan verici kariyerinin en sıkıcı performansını ortaya koyuyor.
Trumbo iyi bir film değil, kabul. Fakat dediğim gibi sinemaseverlerin ilgisini çekecek bir hikayesi var. Çok ciddiye almadan, sanki bir Lifetime prodüksiyonu izlermiş gibi başına oturursanız keyif almanız bile mümkün. En azından belgesel niteliğindeki ilk yarısı bir şansı hak ediyor.
[review]