Oscar Boy Özel
2015’in En İyi 50 Filmi
2015’i sonlandırmaya bugün bir adım daha yaklaşıyoruz. Yarın dağıtacağım ödüllerle benim için bu fasıl tamamen kapanacak. Ama bugün için geçtiğimiz yılın en iyi 50 filmini derledim. Ne gariptir ki uzun zamandır ilk kez kendi Top 50’mde Akademi tarafından En İyi Film dalına aday edilmiş sadece 2 yapım var. O yüzden aşağıya indiğinizde Brooklyn, Spotlight, The Big Short ve daha pek çoğunu görememek sizi şaşırtmasın. Beş belgesel, üç de animasyon sığdırdığım, tamamen benim zevklerime göre sıralandırılmış 2015’in En İyi 50 Filmi şöyle:
50. HUNGRY HEARTS
Yönetmen: Saverio Costanzo
Ne demişim? Eleştirmenlerin çürük domates yağmuruna tuttuğu yapım bana pek çok yönüyle Blue Valentine’ı hatırlattı. Derinde bir yerlerde koca koca adımlar atabilecek bir fikir ve bu fikri de sırtında taşımaya meraklı iki başrol oyuncusu var. İcrada batırdığı bazı şeyleri görmezden gelince ekibin hevesini takdir etmemek imkansız.
49. MAGIC MIKE XXL
Yönetmen: Gregory Jacobs
Ne demişim? Bence franchise’ın arkasındaki herkes ve Channing Tatum, filmin vaat ettiği eğlencenin kat kat arttığını ilk filmin adının yanına “XXL” ibaresi koyarak belirtmek istemiş. Joe Manganiello, bu filmin Matthew McConaughey’si. Ayrıca filmdeki striptiz sahnelerine dahil edilen tüm kadın oyuncuların harika bir iş çıkardığını düşünüyorum. Eğer bir figüran ödülü varsa mutlak surette Magic Mike XXL’in isimsiz hanımlarına verilsin.
48. THE HUNTING GROUND
Yönetmen: Kirby Dick
Ne demişim? Konuyu bilmeden başına oturduğum için önce iyi okullardan mezun olup işsiz kalan gençlerle ilgili bir film sandım. Sonra çirkin gerçekler ortaya çıktı. Ellie Goulding’in “Anything Could Happen” şarkısına bu filmi izledikten sonra bir daha aynı gözle bakamayacaksınız. Ufak bir not: Çarpıcı meselesine sıradan kaldığını düşündüğüm yapım zamanla kafamda çok daha iyi bir yere oturdu.
47. LOVE & MERCY
Yönetmen: Bill Pohlad
Ne demişim? Kelli felli biyografilerin bana kalırsa en büyük sıkıntısı mercek altına aldıkları zaman aralığı çok büyük olduğundan illa ki hikayede ezilmeler yaşaması. Love & Mercy’de bu yok ve ortaya çıkan proje çılgınca bir tutkuyla oluşturulmuş. Farklı bir anlatım metodu tercih etmesi filmi taze kılıyor. Oren Moverman’in derli toplu senaryosu ise filmin en büyük artısı.
46. ME & EARL & THE DYING GIRL
Yönetmen: Alfonso Gomez-Rejon
Ne demişim? Mukayese edildiği filmlerin aksine Me & Earl & the Dying Girl hastalığı bir amaçtan çok araç olarak kullanıyor. Romanın da yazarı olan Jesse Andrews’un kendi materyalinden uyarladığı senaryo tek bir virgülü dahi atlamıyor. Thomas Mann, geleceğin yıldızı olmaya aday. Bundan sonra yolu açılıp büyük yönetmenlerle çalışırsa pek şaşırmayacağım.
45. THE STANFORD PRISON EXPERIMENT
Yönetmen: Kyle Patrick Alvarez
Ne demişim? Kadro adeta son yılların en başarılı genç oyuncularının bir karması gibi. Gerçek sosyal deneylerden uyarlanan yapım, para karşılığında tutuklu ve gardiyan rollerini üstlenerek kendilerini bir hapisaneye kapattıran gençlerle onların bu süreçteki tepkilerini takip eden psikiyatristleri anlatırken seyircisini dehşete düşürmeyi ihmal etmiyor.
44. WHILE WE’RE YOUNG
Yönetmen: Noah Baumbauch
Ne demişim? While We’re Young’ın bazı şeyleri tamir etmek yerine obsesif bir şekilde hedef haline getirmesi haricinde büyük bir sorunu olduğunu düşünmüyorum. Bu yıl izlediğimiz en iyi kadrolardan birine sahip olmasını bıraktım, Baumbauch’un etkileyici kalemi tüm anlaşmazlıklarımıza rağmen etkisini sürdürüyor. Ben Stiller ve Naomi Watts formunun zirvesinde.
43. SPY
Yönetmen: Paul Feig
Ne demişim? Spy, komedi anlamında epey kısırlaşan Amerikan sinemasının artık yeni bir döneme girdiğinin altını çizen bir başka iş. Artık “Kadınlar komik olabilir mi?” sorusundan ziyade “Komik erkek oyuncu tanıyan var mı?” diye sorduğumuz bir dönemdeyiz. Sırf bu sebepten ötürü Paul Feig’in komedinin altın çağına çalışkan bir şekilde sürekli yatırım yapması ve özellikle kadınların odakta olduğu filmler çekmesi takdiri kesinlikle hak eden bir durum.
42. I’LL SEE YOU IN MY DREAMS
Yönetmen: Brett Haley
Ne demişim? Filmin Sundance’de ödül alan yapımlardan daha çok konuşulmasına şaşmamalı. Çünkü Blythe Danner’ın kariyerinin en iyi performansını verdiğini iddia etmeyecek tek bir kişi olduğunu dahi sanmıyorum. Casting sırasında alınan doğru kararlar sayesinde seyri keyifli dinamikler yaratılmış. Ayakları yere sağlam basan inandırıcı bir öyküyü anlatırken aynı zamanda da samimi bir atmosfer yaratabilmeyi başarmışlar.
41. EXPERIMENTER
Yönetmen: Michael Almereyda
Ne demişim? Peter Sarsgaard, kariyerinin belki de en başarılı performansını vermiş Experimenter’da. Neredeyse klostrofobik sayılabilecek bir filmde diğer oyuncularla dikkatimiz kolayca dağılabilecekken, Sarsgaard her sahneyi sahiplenerek öne çıkıyor. Bu egoist adamı tanıdıkça ve insan doğasının karanlık tarafları hakkındaki fikirlerini öğrendikçe filmin içerisine daha da çok giriyorsunuz.
40. SOUTHPAW
Yönetmen: Antoine Fuqua
Ne demişim? Nightcrawler’da Gyllenhaal’a tapanlar, muhtemelen Southpaw’da ayaklarına kapanacaklar. Bir kez daha kendi jenerasyonunun en iyi aktörlerinden biri olduğunu kanıtlamış. Biraz iddialı konuşarak, Gyllenhaal’un bugüne kadar Brokeback Mountain ile birlikte izlediğim en iyi performansı diyeceğim. Fiziksel transformasyonu umrumda değil, bu filmde çok daha fazlasını yapıyor. Sesinin içinde kopan fırtınalardan çatallaştığı anlarda boğazınıza koca koca yumrular oturtması bile yeter.
39. GOING CLEAR: SCIENTOLOGY AND THE PRISON OF BELIEF
Yönetmen: Alex Gibney
Ne demişim? Scientology denen deli saçmasının devasa bir kara delik olduğunu hala bilmiyorsanız Going Clear’ı izlemeniz şart. Yalnız zamanında dipsiz kuyularda merdivensiz kalan koca koca adamların düştüğü komik durumlar affedilecek gibi değil. Ve belki sırf bu dehşeti ve aynı zamanda tiksintiyi yaşatabildiği için bir şansı hak ediyor.
38. WE ARE YOUR FRIENDS
Yönetmen: Max Joseph
Ne demişim? Çoğu izleyicinin “Gerçekten bunu mu beğendin?” diyerek beni çürük domates yağmuruna tutabileceği We Are Your Friends, daha önce denenmiş formüllere yeni bir yorum getirmeye çalışmış ve nispeten de başarılı olmuş. Belki daha yetkin bir senaristin elinden çıksaydı kısa zamanda bir fenomene dönüşebilirdi. Ama şu haliyle bile rüzgarına kapılmamak imkansız.
37. THE HATEFUL EIGHT
Yönetmen: Quentin Tarantino
Ne demişim? Channing Tatum’un bir kez daha koca bir filmi kurtardığına şahit olmak istemeyenler için zorlu bir deneyim gibi gözükse de The Hateful Eight ilk yarıyı uyuyarak tamamlayanlara ikinci yarının başında kısa bir özet geçip fitili ateşliyor. Buradan itibaren de yanağınızı sıkmak istediğiniz tombul bir çocuğa dönüşüyor. Yalnız bu noktaya kadar olan kısım Tarantino’nun affedilecek bir yanı olmayan günahı gibi.
36. APPROPRIATE BEHAVIOR
Yönetmen: Desiree Akhavan
Ne demişim? Appropriate Behavior, biseksüel bir kadının hem ilişkilerinde, hem de geldiği kültürün içerisinde bir birey olarak var olma çabasını anlatmakta. Tüm etiketlere ve önyargılara inat hayatını sürerken aslında kendini, kim olduğunu keşfetmeye çalışıyor. Akhavan’ın özellikle oyunculuk anlamında bu sene bana en çok keyif veren performanslardan birini ortaya koyduğunu söylemeliyim. Mizahi zamanlaması kusursuz.
35. TESTAMENT OF YOUTH
Yönetmen: James Kent
Ne demişim? Testament of Youth her anlamda evrensel sayılabilecek ve seyircisinin duygularına hitap eden bir film, ki beni de tam olarak buradan kazandı diye düşünüyorum. Yönetmen, kendi ağırlığını koymak yerine temiz bir işçilikle Vera Brittain karakterinin arkasından esen rüzgarı takip etmeyi tercih etmiş. Başrolde izlediğimiz Vikander, bize ne kadar çok yönlü bir aktris olduğunu kanıtlıyor.
34. DOPE
Yönetmen: Rick Famuyiwa
Ne demişim? Dope, esasında herhangi bir komedi yazarının basitçe kaleme alıp üzerinden sayısız espri üretebileceği bir çıkış noktasına sahip. Fakat Rick Famuyiwa, filmini hip-hop kültürüyle buluşturup bir de üzerine siyahi toplumun maruz kaldığı çirkin ayrımcılık üzerine de birkaç kelam etmeye çalışıyor. Son zamanlarda beyazperdeye yer bulmuş en orijinal gençlik filmi. Yönetmenin kariyeri bu filmden sonra pik yaparsa şaşırmamalı.
33. EL CLUB
Yönetmen: Pablo Larraín
Ne demişim? Larraín ne kadar ilginçtir ki dine saldırıda bulunurken bir yandan da manevi bir sorgulamanın eşiğine bırakıyor seyirciyi. İnanç kavramını enine boyuna incelemek yerine uygulamasındaki cahilce hatalara dikkat çekmeyi tercih ediyor. Yönetmenin mutlak surette takip edilmesi gereken sinemasıyla hala tanışmamış olanlar için kaçırılmaması gereken bir fırsat.
32. TANGERINE
Yönetmen: Sean Baker
Ne demişim? Komik, dinamik, eğlenceli, kuralları olmayan bir film. Yönetmen Sean Baker’ın kullandığı bol baslı, kulakları sağır eden tempolardaki hareketli müzikleri ana karakter Sin-Dee’nin beyninin içi gibi sanki. Toplumun dışladığı ve tanımak istemediği insan gruplarını aklınıza ilk anda gelmeyecek yöntemlerle anlatmayı tercih eden yönetmenden yine hedefi tutturan bir yapım.
31. TAXI
Yönetmen: Jafar Panahi
Ne demişim? 2015’te buna benzer başka bir sinema deneyimi yaşadığımızı pek zannetmiyorum. Kendinizi yolcuların oyuncu değil, gerçek insanlar olduğuna inandırmanız bile mümkün. Bu durum Taxi’yi izledikten sonra beni epey rahatsız etmiş olsa da Panahi’nin amacı da keskin köşeleri olan filminin buluştuğu seyirciye ikilem yaşatması sanırım ve bunu da başardığına şüphe yok.
30. THE DIARY OF A TEENAGE GIRL
Yönetmen: Marielle Heller
Ne demişim? The Diary of a Teenage Girl alıştığımız coming of age hikayelerinden oldukça uzak bir yerde. Boyhood’da çarşafların altına saklanan Mason yerine Towelhead’deki gibi kendisini ve vücudunu tanımak için mücadele eden bir genç var karşımızda. Ana karakterin bir karikatürist olarak var olma çabası ve kalemini keşfederken geçirdiği safhalarda ekrana pek çok üreme organı yansısa da bu garip temsilin bir şekilde Marielle Heller’ın hikaye anlatımındaki ustalığıyla avantaja dönüştüğünü düşünüyorum.
29. TRAINWRECK
Yönetmen: Judd Apatow
Ne demişim? Dizisinin üçüncü sezonunda 12 Angry Men isimli bölümle endüstrideki cinsiyetçiliğe ve yaş ayrımına harika bir yorum getirmişti Schumer. Trainwreck bu probleme sadece bir yorum getirmekle kalmayıp, tüm kuralları yıkıyor. Apatow’un kusursuz kariyerinin belki de en iyisi. Filmin ikinci yarısından sonra bambaşka bir Amy Schumer ile tanışıyor, bir drama aktrisi olarak da pek çok şey başarabileceğini görüyorsunuz.
28. THE PEANUTS MOVIE
Yönetmen: Steve Martino
Ne demişim? Bu sene “çocuk işi” diyerek çamur attığım Shaun the Sheep ile aynı yaş aralığına hitap ediyor. Fakat yaratılan tüm karakterler birbirinden sempatik olduğu için bir kere kendinizi kaptırdınız mı gerisi geliyor. Ne olursan ol, kendin ol.” mesajını vermek için üstünü başını yırtan, kardeşliğin ve arkadaşlığın önemini vurgulayan tatlı bir komedi olmuş. Üstelik 21. yüzyılın renkleri ve teknolojisi de pek yakışmış Charlie Brown, Snoopy ve diğer fıstıklara.
27. THE DUKE OF BURGUNDY
Yönetmen: Peter Strickland
Ne demişim? Gerçek ile fantazi arasındaki çizgileri pek hissettirmediği, dolayısıyla da iki karakter arasındaki dinamikleri hazmetmek için seyircisini epey süründüren bir senaryosu var The Duke of Burgundy’nin. Ama bu sürünme hikayenin içerisindeki dolambaçlı oyunlarla birleşince tam bir bütün oluşturduğundan ana karakterini yorduğu kadar seyirciyi yormuyor.
26. KINGSMAN: THE SECRET SERVICE
Yönetmen: Matthew Vaughn
Ne demişim? Kingsman: The Secret Service, kısaca James Bond’dan kopya çekip aklınıza gelebilecek en klas ajanı yaratıyor ve zaten İngiliz olan Bond’a “Öyle değil, böyle Britanyalı olunur.” dersi veriyor. Gerçekten izlerken bir an olsun sıkılmayacağınız, dört dörtlük olmasa bile kusurlarını kamufle edebilmeyi başaran tadında bir aksiyon/komedi. MVP kesinlikle Taron Egerton. Birleşik Krallık sinemasının yepyeni bir star edindiğine şüphe yok. İlerleyen yıllarda adını sıkça duyacağımızdan adım gibi eminim.
25. SICARIO
Yönetmen: Denis Villeneuve
Ne demişim? Villeneuve’ün en iyi filmi. Sicario, yakın tarihte Kathryn Bigelow’un Zero Dark Thirty’sinde gördüğümüz benzer bir matematiğe sahip. Temel başarısı da tabii ki tekniği. Villeneuve’ün vizyonu eline aldığı tekstler yüzünden hala sorgulanmaya açık olsa da Prisoners’dan sonra bir kez daha çalıştığı görüntü yönetmeni Roger Deakins filme ruh katmış.
24. MISSISSIPPI GRIND
Yönetmen: Anna Boden & Ryan Fleck
Ne demişim? Mississippi Grind paranın mutluluk getirebileceğini inkar etmiyor; ama istediğiniz meblağa ulaştığınız yolların hayatınızdaki pek çok dönemece şekil verebileceğini söylüyor. Her kumarbazın Prada takım giymek zorunda olduğunu düşünenleri ters köşeye yatıracak bir film. Bağımlılığa gözünüze soka soka tü kaka demeden misyonunu yerine getiriyor. Mendelsohn’ın en iyi performanslarından birini içeriyor olabilir.
23. THE MEND
Yönetmen: John Magary
Ne demişim? “Gariplik” hiçbir filme bu kadar yakışmamıştı. İzledikten sonra uzunca bir süre deneyim ettiğim hikayeyi sindirmeye çalıştım. John Magary’nin ilk filminde kaleme aldığı senaryo lineer olarak ilerlese de her çiçekten bal almaya çalışıyor. The Mend’i sevmemin sebeplerinden biri de tamamen komediden güç almasına rağmen filmin sahneye koyduğu her mizansende suratınıza yumruk atan bir tespitte bulunması. Josh Lucas’ın kariyerinin en iyi performansını ortaya koyduğunu da unutmayalım.
22. BEST OF ENEMIES
Yönetmen: Robert Gordon & Morgan Neville
Ne demişim? Çoğu senaryolu filmi cebinden çıkarabilecek kuvvette bir belgesel Best of Enemies. Gücü biraz da özgür olduğunun reklamını yapmaya bayılan ABD’nin mükemmel portresini delik deşik etmesinde. Gore Vidal ve William F. Buckley tamamen gerçek insanlar olsa da film tarihinde en iyi yazılmış “karton” karakterler olduğuna kimsenin şüphesi yoktur sanırım.
21. 99 HOMES
Yönetmen: Ramin Bahrani
Ne demişim? Bahrani’nin sinemasını tanıyanlar için çok yabancı bir konsept değil bu. Daha evvel de şansın yüzüne gülmediği insanları anlatmış, hem gerçek de hem de bir o kadar can acıtan olayları ekrana taşımıştı. Burada da tahliye sahneleriyle seyircisine hançeri batırıp batırıp çıkarıyor. Lakin 99 Homes’un başarısının asıl sırrı melodramın dozajını indirmiş olması. Hatta öyle ki gözlerinizin yaşlandığı anlarda bile kanınız donuyor.
20. QUEEN OF EARTH
Yönetmen: Alex Ross Perry
Ne demişim? Psikolojik gerilimlerin pek bayıldığı hayal dünyasının kapılarını aralamadan, işini karakterlerinin ruh halleriyle halleden bir yapım Queen of Earth. Nevrotik, kusurlarını kucaklamış, kimi zaman sinir bozucu kimi zaman ise kahkahalara boğacak kadar komik ana karakteri filmin yaratmaya çalıştığı etkiyi tek başına tanımlıyor. Elisabeth Moss insan evladının tadabileceği her duyguyu tek bir performansa sığdırmış. Mad Men’den tanıdığımız aktrisin harika film kariyeri için iyi bir başlangıç.
19. STAR WARS: THE FORCE AWAKENS
Yönetmen: J.J. Abrams
Ne demişim? İlk serinin iyi yıllanmayan görselliği ve ikincideki her türlü teknolojiyi kullanma derdi tamamen bir kenarda bırakılarak muhtemelen sonunda başyapıt seviyesine ulaşılacak yeni bir serüvenin startı verilmiş. Neredeyse kusursuz bir devam filmi. Star Wars hiç bu kadar iyi yazılmamış, bu kadar iyi yönetilmemişti. Nostaljisi bol, gözyaşı garantili, baştan sona soluk aldırmayan bir macera.
18. LISTEN TO ME MARLON
Yönetmen: Stevan Riley
Ne demişim? Elinizde ne varsa bırakın, oturun Listen to Me Marlon izleyin. Brando’nun tüm kusurlarını kucakladığı anlarda neden sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi aktörü olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Belki eleştirilebilecek tek yanı ömrümüz boyunca asla A Streetcar Named Desire’daki Marlon Brando kadar iyi gözükemeyeceğimizi suratımıza vurmasıdır.
17. FAR FROM THE MADDING CROWD
Yönetmen: Thomas Vinterberg
Ne demişim? Yakın tarihte izlediğim dönem filmleriyle kıyasladığımda Thomas Vinterberg imzalı Far from the Madding Crowd’ın birkaç gömlek üstün olduğunu daha iyi idrak ediyorum. Özellikle filmin naifliği beni derinden sarstı. Güven, sadakat, sebat ve sabır kavramlarının üzerine oynamasındandır belki de. Bathsheba’nın gururuyla ördüğü duvarlar arasında sıkışıp kalması bambaşka yönetmenlerin ellerinde yapay düzeneklere dönebilecekken, Vinterberg’in seçimleriyle her şey ete kemiğe bürünüyor.
16. MISTRESS AMERICA
Yönetmen: Noah Baumbauch
Ne demişim? Mistress America, Frances Ha’nın dev aynasında kendini seyreden bir versiyonu denebilir. Ben filmi izlerken hep bu kadını tanıdığımı düşündüm. Elindeki imkanları en efektif şekilde kullanmaya gayret eden, tasasız, girdiği her odada spot ışıklarını mıknatıs gibi çeken birisi. Bu yüzden suratına hayat adı verilen o koca duvar çarptığındaki anı izlemek de yeri başka bir deneyimle doldurulamayacak bir tatmin duygusu yaşattı.
15. EX MACHINA
Yönetmen: Alex Garland
Ne demişim? Garland, teknolojinin hayatımızdaki önemi arttıkça giderek nümerik kodlar haline dönüşen beşeri ilişkilerin gelebileceği son noktayı gösteriyor. Ve bunu yaparken de tansiyonu düşük olaylar zincirinden faydalanarak, tüm gücünü hikayedeki virajlardan alıyor. Seyircisine ana karakteriyle aynı muameleyi göstererek benzer evrelerden geçmesine sebep olması da cabası. Bunu başarmışken diyecek başka bir şey var mı?
14. AMY
Yönetmen: Asif Kapadia
Ne demişim? Amy’yi bir gece yarısı tek başıma izledim. Grammy aldığı kısımda ağlamaya başladım. Sanıyorum bu sene gözyaşı rekorum bir belgeselde. Ayrıca kameranın karşısına tek bir mendilli yakınını yerleştirmeden, sadece seslerini kullanıp odak noktasını Winehouse’dan ayırmayarak yeni bir şey deniyor yönetmen. Arşiv görüntülerinden yardım alıp yeni bir şey çekmeye yeltenmemesi ve buna rağmen bu denli başarılı olması kıskanılacak şey.
13. CREED
Yönetmen: Ryan Coogler
Ne demişim? Creed, atalarına saygı duruşunu abartıp ortaya orijinal bir fikir sunamayan diğer devam filmlerinden biri değil. Aksine kendi mirasını yaratabilecek yetide. Rocky efsanesi uzun yıllardır hiç bu kadar iyi muamele görmemişti. Üstelik Creed’in dev bütçeli seriler gibi plastik bir içeriği de yok. Nereden olursanız olun kalbinize dokunacak, sizi bir yerinden yakalayacak bir öyküsü var.
12. THE SECOND MOTHER
Yönetmen: Anna Muylaert
Ne demişim? Yönetmenin kendi deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı hikaye eminim ki çalışan bir anneye sahip olduğu için benim gibi çocukluğu akşam olduğunda sürekli saati kollayarak geçenlere çok şey ifade edecektir. The Second Mother’ı tek bir kez önerip geçiştirmeyeceğim. Tıpkı Olive Kitteridge gibi tanıdığım herkes izleyene kadar yakanızdayım. Böyle filmler hep var olsun ki içimizdeki sinema sevgisi sönüp yok olmasın.
11. GOODNIGHT MOMMY
Yönetmen: Veronika Franz & Severin Fiala
Ne demişim? Haneke’nin Funny Games’inden bu yana kanı donmadığı için sızlananların arayıp da bulamadığı bir film. Uzak durmayı tercih ettiğim janrın dört dörtlük bir örneği. İkizler ve bandajlı annenin suratı hafızalarınızdan asla silinmeyecek. Masum suratları, daha evvel görmediğiniz eziyetleri üreten hastalıklı bir beyni sakladığı için filmin ikinci yarısında yaşatılan ürpermenin etkisi artıyor.
10. THE END OF THE TOUR
Yönetmen: James Ponsoldt
Ne demişim? Bu yılın gizli hazinelerinden biri olarak değerlendirilebilir. İki başrol oyuncusunu alkışa tutmamak epey zor. Tabii filmin asıl yıldızı Jason Segel. Çünkü sahneyi her terk ettiği anda geri gelmesi için adeta yalvarıyorsunuz. Film bittiğinde David Foster Wallace’ı bu kadar ilgi çekici kılan şeyin sadece yaşadığı hayat değil, aynı zamanda da Segel’ın başarılı performansı olduğunu anlıyorsunuz.
9. GIRLHOOD
Yönetmen: Céline Sciamma
Ne demişim? Girlhood hem cam gibi kırılgan, hem de çelik kadar sağlam. Geçtiği yerlere, insanlarına yabancı olsanız da iki adım öteden bile ev hasreti çekilebileceğinin evrensel bir his olduğunu fark ettiriyor. Karidja Touré isimli başrol oyuncusu sözcüklere ihtiyaç duymadan gözleriyle hallediyor her şeyi. Özellikle Mustang’in çakma “girl power”ına vurulanları iyi senaryo ve oyunculuk görünce şoka sokabilir. Sırf “Diamonds” sahnesi bile dünyalara bedel.
8. THE LOBSTER
Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Ne demişim? Aile kavramı ve toplumun dayattığı rollerle büyük problemleri olduğunu bildiğimiz Lanthimos’un yarattığı evren her zamankinden daha komik. Duyduğunuz her zeki replik sonrası yönetmenin beyin kıvrımlarında yolculuk ederken suratınıza bir tebessüm yerleşiyor. Tek sıkıntısı neredeyse her saniyesine hedefi onikiden vuran bir gözlem yerleştirmesi ve bu yüksek ritmin sıradanlaşması. Yalnız bundan şikayet edecek kadar müşkülpesent bir insan değilim.
7. STEVE JOBS
Yönetmen: Danny Boyle
Ne demişim? Steve Jobs, 21. yüzyıl gençliğinin şahit olduğu bir dehayı anlatırken, başka bir dehanın senaryosunu ve rehberliğini kullanıyor. Danny Boyle zaten bozuk bir musluktan sürekli damlayan suyu bile heyecan verici, dinamik bir filme dönüştürebilecek kabiliyete sahip. Kariyerinin zirvesine bir başka başyapıt yerleştirmiş. Fassbender ise hayatının performansını ortaya koyuyor.
6. THE REVENANT
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Ne demişim? Bizim jenerasyonumuzun sinema günlüğünde imzası olacak bir yapım. The Revenant’ı izledikten sonra ise “Sanatsal yaratıcılığın doruk noktası bu.” diye düşünüyor insan. Bir noktadan sonra hikayede dönüm noktaları azalıp film lineerleştiğinde bile sırf tanık olduğunuz eşsiz deneyimin gideceği yeni çıkmazlar için ekrandan gözünüzü ayırmamaya devam ediyorsunuz.
5. SON OF SAUL
Yönetmen: László Nemes
Ne demişim? Savaşla ilgili her hikayede hep var olan, ama bu kadar net bir şekilde dile getirilmemiş bir perspektif hem kurban olup, hem de artık daha beterini göremeyeceğini bilerek uyuşmak, tepkisiz kalmak. Nemes, dar bir çerçeveye sıkıştırdığı kamerasıyla izleyicisini aynı kapana kısılmış bir başka esir gibi hissettirmek istiyor ve bunu başarıyor da. Filmin tamamı suratınızın tam ortasını hedef alan koca bir yumruk gibi.
4. MAD MAX: FURY ROAD
Yönetmen: George Miller
Ne demişim? Mad Max: Fury Road, 21. yüzyılın en ayrıntılı, en düşünülmüş aksiyon ve bilimkurguları arasında yer almakta. Öyle ki her sahnede büyük bir koreografinin planlandığını ve üzerine prova için saatler harcandığını hissedebiliyorsunuz. Bu janrda yaklaşık 10 yıldır her saniyesinde heyecanlanabildiğimiz başka bir filmle buluşmamıştık. Sıfırdan inşa ettiği evrene dönmek için 30 yıl bekleyen George Miller bu uzun sessizliğine değecek bir film çıkarmış ortaya.
3. ANOMALISA
Yönetmen: Charlie Kaufman & Duke Johnson
Ne demişim? Sizden ricam, gerekirse Anomalisa’yı izleyeceğiniz yerin kapısında yatıp bilet almanız. Çünkü sinema tam olarak bu! Sizi salondan çıktığınızda türlü düşüncelere gark eden, yatağınıza yattığınızda dahi kafanızı kurcalayabilen eşsiz bir deneyim. Entellektüel beklentileri doyurup bir de üzerine hikaye anlatma becerileriyle büyüleyen, büyük yeteneklerin elinden çıkmış hem egzantrik, hem de bir o kadar gerçek ve hüzünlü bir yapım.
2. CAROL
Yönetmen: Todd Haynes
Ne demişim? Carol uzun zamandır izlediğim en kırılgan, en zengin, en zeki filmlerden biri. Yenilikçi mi? Görünürde hayır, ama bence içeriği yepyeni kapılar açıyor seyircisine. Sevişme sahneleri içinden çıkarılsa bile tarihin en hakikatli aşk filmlerinden biri olabilecek kadar güçlü bir sinema var Carol’da. Melankolisi ve herhangi bir ilişkinin dinamiklerine bir puzzle parçası gibi cuk diye oturacak kadar evrenselleşebilmesi hayranlık uyandırıyor.
1. INSIDE OUT
Yönetmen: Pete Docter & Ronnie Del Carmen
Ne demişim? Inside Out, tıpkı The Lion King gibi animasyon tarihinde bir mihenk taşı bana kalırsa. Daha 94 yılında neyin ne olduğunu bilmezken bizi ölümle tanıştıran Disney, bu sefer yeni ortağıyla çocuklara hayatı yağmurun bol olduğu bir pencereden tanıtmaya çalışıyor. Tek bir kusur dahi bulmak mümkün değil. Düşündükçe daha çok aşık olduğum, Pixar’ın ve animasyon tarihinin en iyisi.
Caner
20 Ocak 2016 at 18:29
Brooklyn, Spotlight ve The Big Short’ın en iyi film adaylıkları skandal zaten tamamen lobi işi. Lİstede Beast of no nation, room ve Straight Outta Compton olmalıydı.