Eleştiri
Bitse De Gitsek Üçlemesi: Girl on the Train, King’s Choice & Dolan
2016 film sezonunun son üçlemesiyle karşınızdayım. Pazar günü Oscar Boy Ödülleri’nin adaylarını açıklayacak, önümüzdeki hafta ise geçtiğimiz film yılına dair yazılarımı yayımlayıp bu defteri kapatacağım. Ama önce biriktirdiklerimi aradan çıkarmam, görevimi tamamlamam gerekiyor. İşte kısa yorumlarımdan da daha kısa, üslubu azıcık köşeli üçleme serimde bu sefer Emily Blunt’ın yılın en kötü performansını verdiği The Girl on the Train, Norveç’in yabancı film dalındaki finalisti The King’s Choice ve Xavier Dolan’ın yeteneklerini bir kez daha sorgulamaya aldığımız It’s Only the End of the World var. Hazır mıyız? Başlayalım!
Tıpkı romanı gibi zekâ katsayısı epey düşük bir film The Girl on the Train. Birini plajda okuyup unutabiliyorduk en azından. Ama filmin görsel hafızamızda bıraktığı kalıcı hasar uzun yıllar silineceğe benzemiyor. Rahmetli Levent Kırca’nın sarhoş karakterini izleyerek rolüne çalışan Emily Blunt’a bu istemsiz komedide birbirinden ünlü oyuncular eşlik etmiş. Hayley Bennett azıcık sıyrılacak gibi olsa da en nihayetinde mantık hatalarından delik deşik olmuş, değerini yitirmiş sahnelerin kurgu odasında titizlikle bir araya getirildiği tatsız bir fıkra gibi The Girl on the Train. Daha kötü olamayacağına kendinizi ikna ettiğiniz her anda gizemli olabilme gayretindeki tekst bayağılaşıyor. Belli ki birileri Gone Girl’ü izleyip kaleme kağıda sarılmış, buna özenen stüdyo devleri de bir başkasının eline kamera tutuşturmuş. Belki bu yıl daha kötü filmler izledik, ama hiçbiri The Girl on the Train kadar kendini ciddiye alan palavralarla dolu değildi. [F]
Kurgusal sinemayı tarih dersi verme amacıyla kullananlarda bu haftaki konuğumuz The King’s Choice. Norveç adına Oscar’ın yabancı film finalistleri arasına kalmayı başaran yapım 10 bölümlük bir dizinin sezon arası vermeden önce oynayan Noel epizotu gibi. Öncesi ve sonrasını bilmeyene, filmin başına azıcık Wikipedia karıştırıp gelmeyene meme yok. Lezzetsizliği hitap ettiği milletin mirasına, özüne hakim olamamamızdan. Gerçi gerekli kaynakları tüketince de ana karakterin motivasyonlarını ve Norveçliler’in neden VII. Haakon’a vurgun olduğunu anlayamıyorsunuz. Bu düz belgeselimsiden bize miras kalan Jesper Christensen’ın dört başı mamur performansı. Vasat filmde de parlamak sadece Meryl Streep’e özel bir durum değilmiş demek ki. Erik Poppe’nin Spielberg imzalı Lincoln’u izleyerek kamera arkasına geçtiğine de kanaat edip The King’s Choice’u ait olduğu topraklara geri yolluyorum. Zaten oldum olası tarih dersinden de nefret ederdim. [C]
İyi filmler (Mommy, I Killed My Mother, Heartbeats) yaptığı gibi izlenemeyecek kadar kötü filmler de (Laurence Anyways, Tom at the Farm) kotaran Kanadalı şımarık oğlanımızın Cannes’da yuhalanmaktan bitap düşen vasatlık komedyası It’s Only the End of the World ile yeni buluştum. Ömrümde 90 dakikası 180 gibi hissettiren başka bir film izlemedim sanırım. Fransa’nın en meşhur, en gişeli oyuncularını bir araya toplayan Dolan saniyede 120 kelime konuşan karakterlerle dolu gerçeklikten uzak, ağdamsı, plastik olmayı marifet bellemiş, tempo sıkıntılı ve kati surette beyazperdeye taşınmayı hak etmeyen bir tekste tabii film icra etmiş. Bir; her filmini The O.C. ikonundan nemalanıp sürekli popüler şarkılara boğmasından bıkmadık mı? Bunun Issız Adam’daki Çağan Irmak mantalitesinden ne farkı var? İki; görsel beyin zedelemeleri haricinde bu çocuğun iyi bir hikaye anlatıcısı olduğundan emin miyiz? Altı filmdir aynı sıkıntılara kafamızı sokup çıkarıyoruz. E azıcık nefeslensek diyorum artık. Üç; bu seyircisine havlu attıran kakafoni nasıl Oscar’ın dokuz finalisti arasına kaldı? Akademi gösterimlerindeki ikramların laboratuvar ortamında incelenmesini istiyorum. [C-]