Oscar Boy Özel
2016’nın En İyi 50 Filmi
Ve artık büyük sona yaklaştık. Yarın Oscar Boy Ödülleri’nin sahiplerini de açıklayıp 2016’ya veda misyonunun bana düşen kısmını tamamlayacağım. Ama tabii esas kapanışı geçmeden evvel, bir başka Oscar Boy geleneğini yerine getirmem ve tamamen kendi zevklerime dayanarak 2016’nın en iyi 50 filmini (alfabetik bir şekilde) sıralamam gerekiyor. Manchester by the Sea, Moonlight, La La Land gibi Oscar favorilerinin yanı sıra American Honey, Neruda, Graduation’ın çizgisinde festival gazilerine rastlayacak; O.J.: Made in America, Gleason, Tower ile belgesellere doyup Deepwater Horizon, Deadpool, Rogue One ayarında gişe işleriyle nefes alacaksınız. Başlayalım mı? Başlayalım!
[one_fifth]
10 CLOVERFIELD LANE
Dan Trachtenberg
Her manevrasında bizi tekrar tuzağa düşürse ne de şahane olur diye düşündükçe 10 Cloverfield Lane zihnimi okuyup hayır her şey yalan, hayır hayır her şey doğru, bak bu sefer gerçekten yalan, yemin ediyorum hepsi doğru diye bir sağdan bir soldan tokatladı durdu. Evde hesabını yapıp gelmiş, ödüllere boğulası üç performansın ev sahipliği yaptığı, korku sinemasının böö diye karanlıktan çıkan inine cinine inat her şey yerli yerinde.
[/one_fifth]
[one_fifth]
AFTER THE STORM
Hirokazu Kore-eda
After the Storm menem kumar hastalığını bir zayıflık gibi anlatmak yerine hayat standartlarını değiştirmek adına kısa yola başvuran umutsuzların sesi oluyor. Şimdi akıllarda tek bir soru: Kore-eda gibi cömert diyaloglar yazıp gündelik hayata bu kadar leziz bakış atabilen başka bir yönetmen var mı? Varsa da umurumuzda mı?
[/one_fifth]
[one_fifth]
ALWAYS SHINE
Sophia Takal
İki aktrisin de karşılıklı döktürdüğü bu psikolojik gerilim, ürünü olduğu çarka çomak sokup, eksikliğini çok hissettiğimiz kadın bakış açısından sektördeki etiketlere bolca çuvaldız batırıyor. Eşitlikten fazlasını istemeyen kadınlara hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan canım 21. yüzyılın süslü bir alegorisi. Campy olmaya biraz daha cüret etse yapabileceklerini tahmin bile edemiyorum.
[/one_fifth]
[one_fifth]
AMERICAN HONEY
Andrea Arnold
Andrea Arnold minik bir ölçeğe sınırladığı kamerasıyla yine en çok duygulara, kelimeler arasındaki boşlukların anlamlarına konsantre olmuş. Kim derdi ki dışarıdan bir yabancı gelecek, yeni nesil Amerika gençliğini ve ülkenin günümüzdeki durumunu eksiksiz anlatacak. Andrea Arnold’a selam olsun, American Honey’i unutursak kalbimiz kurusun.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
A BIGGER SPLASH
Luca Guadagnino
Bu bazı yerleri aceleye getirilmiş gibi duran, kimi zaman Swinton ve Fiennes’ın gözüpek performans seçimleriyle yorgun düşen kusurlu film, küçük çocuklar için yapılmış bir doğumgünü partisi sonrası dört bir yana saçılmış yemek artıkları, kirli bulaşıkları ve çiğnenmiş konfetileriyle güzel. İlgi isteyen duygusal patlamaları bile zayıf geçen 2016 yılında Guadagnino’nun büzüğünü kurtarmaya yetiyor.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
CHEVALIER
Athina Rachel Tsangari
Hor görmeyi doğasına yakıştıramayan heteronormatif eril bireylerden entrikacı, kinayesi alna nişan olmuş, dört başı mamur bir film çıkarıyor Tsangari. Bizden tarafa süregelen ego savaşlarına öyle taze bir bakış ki bu Ege’nin girintisi çıkıntısı bol kıyı yapısını bile karakterinin bazı yeri sığ, bazı yeri derin orta sınıf beyleri için kıvamlandırıp bir sembole dönüştürüyor.
[/one_fifth]
[one_fifth]
DEADPOOL
Tim Miller
Karakterin alaycı, en kötü durumlardan bile kendine pay çıkarabilen ruh hâlini başka bir aktör ekrana nasıl taşırdı bilinmez. Fakat Reynolds’ın ve yapımcıların platonik olmayan bir şans çemberine yollarının düştüğü kesin. İzlememin üzerinden aylar geçmesine rağmen göğsümü gere gere 2010 sonrası içine düştüğümüz süper kahraman filmleri çıkmazında Deadpool çölde vaha diyebiliyorum.
[/one_fifth]
[one_fifth]
DEEPWATER HORIZON
Peter Berg
Deepwater Horizon, Michael Bay tarafından yapılmamış çok çok iyi bir Michael Bay filmi gibi. Robotlaşmamış karakterleriyle Peter Berg’ün kurduğu dengeye anca şapka çıkarılır. Dilerim cehennemi dünyaya indiren Deepwater Horizon ateş düşürdüğü hanelerle boğazınızı düğümlediği gibi yaptığı jonklörlükle de takdirinizi toplar. Benzerlerine örnek olması dileğiyle…
[/one_fifth]
[one_fifth]
DEMOLITION
Jean-Marc Vallée
Tertemiz pakedi, göz dolduran mütevazı oyuncu kadrosu, doğru mekan ve müzik kullanımıyla düşük bütçelerle çalışan her yönetmenin arayıp da bulamadığı, bulsa da ulaşamadığı, tıkır tıkır çalışan bir mekanizma. Ne zaman ki beyimize his geldi, loş evimiz pencereleri gazeteyle silmek yerine buldozerle yıkmayı tercih eden yüce güç tarafından aydınlandı.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
DON’T BREATHE
Fede Alvarez
Yönetmen seyircisiyle dalga geçip adını “Nefes alma!” koymuş; fakat isimsiz olarak piyasaya sürse de biz zaten o salondan gram oksijen alamadan ayrılacaktık. Kaçanın kaçacak yeri olmadığı için kovalanmadığı, kovalanın da cine periye yüzünü çevirmeden canlı kanlı bir insan olmasına rağmen tüylerinizi ürperttiği bir içimlik su Don’t Breathe.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
DON’T THINK TWICE
Mike Birbiglia
Zaman, mekan, konum fark etmeksizin herhangi minik bir arkadaş grubuna uyarlanabilecek dinamikler var filmin içerisinde. Kimisi kendi hayatının derdine yoğunlaşıp uzaklaşıyor, kimisi kıskançlıktan deliye dönüyor, kimisi de başarının aradığı cevap olmadığına karar veriyor bu deneyim sayesinde. Minik hayat derslerine ek olarak bir de performans şöleni sunuyor. Daha ne olsun?
[/one_fifth]
[one_fifth]
THE EDGE OF SEVENTEEN
Kelly Fremon Craig
Muhattap olduğu yaş aralığının gündemindeki meselelerden haberi bulunan, tadı güzel bir toyluk muhtırası The Edge of Seventeen. Sosyal medyanın endirekt etkisi farkındalığının en büyük delili. Ne mutlu bize, böyle tek gayesi bekaretini kaybetmek olmayan karakterleden arınmış filmlere de rastlayabiliyoruz. Bir girdabın içine düşmek sadece yetişmişlere mahsus bir fiil değil ne de olsa.
[/one_fifth]
[one_fifth]
ELLE
Paul Verhoeven
Hani taş gibi derler ya, işte öyle, Elle taş gibi bir film. “Tecavüz eden kim?” sorusu Verhoeven’ın tanıdık oyunbazlıklarıyla filmin gündeminde epey geriye düşürüyor. Tabii Huppert’in kariyerini tanımlayacak nitelikteki büyük oyunu Michele’den gözlerimizi alamamamız, her şeyi lehine çevirdiği anda bir sonraki manevrasını merak etmememizin tek sebebi.
[/one_fifth]
[one_fifth]
THE EYES OF MY MOTHER
Nicolas Pesce
En karanlık rüyalardan daha kasvetli, en büyük muhataradan daha tekinsiz bir gerçeklikte geçiyor bu arsızlık gösterisi. Öyle bir korku filmi ki bu dünya dışı varlıklardan öcü yapıp perde arkasına, koridor sonundaki karanlık odalara saklamaktansa canavarını şakkadanak alnınıza yapıştırıyor. Bakmaya çekindiğiniz aşağılık infazcı sizi o ahşap döşemeli eve kapamış sanki, av olduğunuzu bilememişsiniz.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
THE FITS
Anna Rose Helmer
Okuması pek keyifli, hem sosyal, hem psikolojik yorumlar getirilebilecek bir film The Fits. Bir yandan çocuk olmak, farklılığından utanıp bir şeylere ait olma hissiyatıyla yanıp tutuşan kızı izliyorsunuz. Bir yanda da dil, din, ırk demeden sınıflandırmayı hobi haline getirmiş toplumun baskısıyla sallanıp, içindeki kötülüğü atmak isteyen bedenlerle haşır neşir oluyorsunuz.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
GLEASON
Clay Tweel
Çok ağlayıp zihnimizin bir köşesine kazıdığımız filmlerde bu yıl Gleason’a kısmet oldu benim nezdimde. Dönüp dönüp tekrar izlenesi, özellikle baba-oğul ilişkisinin kilit anlarıyla değme kurgusal filmlere ders veren yüzleşmeleri not almalık. Eline düştüğü hastalığa yenilmeyip kahramana dönüşen bir karakter resmetmektense tüm bedbaht anlarından, yenik düştüğü mücadelelerinden bir potpori sunuyor.
[/one_fifth]
[one_fifth]
GRADUATION
Cristian Mungiu
Durulmayan Yeni Romen dalgasının son neferlerinden Graduation. Halkı dizine kadar bokun içine batmış bir gerçeklikte terk edip gitmeyi kurtuluş olarak gören tanıdık simalar izliyoruz. Bürokrasinin, erkek hegemonyasının, eğitim sisteminin yozlaşmayı marifet sanmasından doğan tüm sıkıntılar çökmüş hikayenin merkezindeki ebeveynin üzerine. İsimleri ve lokasyonları değiştir, gerisi aynı bizim primitif ülke hezeyanları.
[/one_fifth]
[one_fifth]
THE HANDMAIDEN
Park Chan-wook
Chan-wook, kadın merkezli sinemasında hoparlörleri patlatmaya yemin etmişcesine volümü iyice açıyor. Absürt Uzak Doğu mizahının ayak altı paspas edilmiş erbezli bireylere teslim edilip, söz konusu kadının hükmettiği taş toprak olunca püripak mükemmeliyete oynuyor. Fetiş ise fetiş, sevişme ise sevişme.
[/one_fifth]
THE HAPPIEST DAY IN THE LIFE OLLI MÄKI
Juho Kuosmanen
Juho Kuosmanen’ın elindeki tekst sapsade haliyle büyüleyici. Bu alt türe ait her türlü klişeyi eğip bükerken gözümüze de sokmamaya gayret etmiş. Tarihin en kısa boks müsabakasıyla da amaçlanan sonuca ulaşılıyor. Her testosteron sponsorlu boks filminin tezatı, “Hayatta kazanmaktan daha mühim şeyler de var.” diyen minik ama etkili bir iş, romantizmin eziyetli antrenman sürecine yedirilmiş hâli.
[/one_fifth]
HELL OR HIGH WATER
David Mackenzie
Türün klasiklerini yalayıp yutmuş ve buna rağmen etkisi altında kalmayıp bulunduğu yüzyıla yakışır bir western çıkarmış David Mackenzie. Filmi çekici kılan iki kardeş arasındaki bağ ve Bridges’ın Batı Amerika mizahına bulanmış yolculuğu. Bir güzel artı da kelli felli bir suç filmi olmasına rağmen aşırı karizmatik, abartıdan güç alan bir kötü karaktere ihtiyaç duyulmaması.
[/one_fifth_last]
HELLO, MY NAME IS DORIS
Michael Showalter
Hello, My Name Is Doris tam anlamıyla iyi mobilyaların yerini istifçiliğin aldığı, oyuncuları makyajın altında ezilmemiş ve seyircisine kendini iyi hissettirmektense ana karakterinin tüm eylemlerindeki motivasyonları açıklamaya kararlı bir Nancy Meyers filmi gibi. Aktivist üniformamızı üzerimize geçirip sektördeki 50 yaş üstü kadınlara böyle leziz roller çıktığı için de ne kadar mutlu olduğumuzu belirtelim ki namımız yürüsün.
[/one_fifth]
HUNT FOR THE WILDERPEOPLE
Taika Waititi
Seyircisine hissettirdiklerini endişeler listesinde birinci sıraya koyan Waititi, daha evvel tadına baktığımız klişeleri bile minik test şişelerine doldurulmuş kahkahalarla süslüyor. Dayanılmaz cazibesi, iyi yürekli öyküsü ve ufak insanlık dersleriyle Hunt for the Wilderpeople bir filmin bayağılaşmadan da herkese hitap edebileceğinin bugüne kadar gördüğüm en güzel örneği.
[/one_fifth]
[one_fifth]
THE INTERVENTION
Clea DuVall
Avamdan ve şahsiyetsizlikten güç alan bir senaryosu var The Intervention’ın. Zeki olduğu kadar vasat, komik olduğu kadar da yaygaracı bir film. Ama sinema imsakiyemde iftar sonrası bir vakte geldi herhalde ki bu pasaklı dramediye gönlümü kaptırdım. Masaya yeni bir tertip getirebildiği için değil, oyuncu seçimleri ve kadronun arasındaki kimyayı sevdim belki de.
[/one_fifth]
KING JACK
Felix Thompson
21. yüzyılın teknoloji ayağına serilmiş modern gençlerine odaklandığından sosyal medyanın kapanında, cinsel içerikli mesajlaşmanın mevzubahis olduğu, narkotik dairesine dönmüş ergen odalarında seyir alıyor tüm keşmekeş. Her şey kıvamında, her şey olabildiğince çağcıl. Tanıdıklığına rağmen ilgi uyandırıcı bir gelişme hızıyla acı karşıtı, bir misli de incitici biçimiyle anılabilir.
[/one_fifth]
KRISHA
Trey Edward Shults
Belki isimler farklı, masaya konan tabaklarda bambaşka öğünler var; ama bir yandan da evrensel bir duygusal boşalmanın, ahlaki ishalin en ham hali Krisha. Ömür devam etmiş, rutinler değişse de yeni bir form alıp eskilerinin yerine konmuş. Yalnızlığın, kalp kırıklığının muazzam bir tasviri, bir yönetmen harikası adeta. Orta Amerika’yı da boğaya, silaha, kurak toprağa sarılmadan anlatan belki de en iyi film.
[/one_fifth_last]
KUBO AND THE TWO STRINGS
Travis Knight
Tasarım harikası origami / stop-motion potporisi kesinlikle bu janrda daha önce gördüğümüz hiçbir şeye benzemiyor. Belki öykü olarak değil, ama biçim olarak öncü bir animasyon. Ailenin, güzel hatıraların, birliğin önemine parmak basması karşılaşmadığımız konseptler değil. Lakin kağıttan ete kemiğe bürünen her canlısının etkisi altında kalmamak imkansız.
[/one_fifth]
[one_fifth]
LA LA LAND
Damien Chazelle
Kah City of Stars, kah Audition o pamuklara sarıp sarmalanmış aşkın en enflasyonlu anlarında melodisiyle bile iç gıdıklıyor, kalbe ılık bir rüzgar üflüyor. Hollywood’un altın çağından kalma klasik anlatıma yüz dönüşüyle Ginger Rogers’la Fred Astaire’i aratmayan çift tüm noksanları kapatıyor. Ve belki de orta yerinde yorgun düşen filmi epilogdaki ekrandan taşan varlıklarıyla ihya ediyorlar.
[/one_fifth]
LIKE CRAZY
Paolo Virzì
Amerikan sinemasında giderek artan gürültüsüz bipolar teşhislerinden sonra Like Crazy’nin normalde yüz vermeyeceğim çok abartılı tasviri kalbimde fethedilmedik yer bırakmadı. Hep daha deli daha kaotik oldukları için yükselemediğim İtalyanlar’dan ilk kez böylesine evrensel bir öykü çıkmasına aldandım. İşin garibi bundan daha terelelli bir ikiliye de daha evvel hiç rastlamadım.
[/one_fifth]
LOVING
Jeff Nichols
Seslerin yükselmediği, ırk çatışmasının fazlaca karikatürize edilmediği, kimsenin kahramanca vedalar etmediği bir yapım Loving. Siyah kadın iyilik timsali değil, beyaz adam da gurur heykeli. Herkes biraz kusurlu, biraz kırgın, biraz yarım. Bir de öyle bir yere koyuyor ki kamerasını Jeff Nichols, film izlediğinizi bir an unutuyorsunuz. Durgunluk isyanın diğer adı.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
MANCHESTER BY THE SEA
Kenneth Lonergan
Öyle yedikçe ağlatan, içtikçe dertlendiren bir aile trajedisi değil bu. En düz, en dolambaçsız formunda etiketler fark etmeksizin herkesin ucundan tutabileceği bir gerçekle yüzleşme anı. Ne yapacağını bilemeyip hayatı olduğu gibi kucaklayanların, kaybedenin ardından yasını sazsız sözsüz bencilce de tutabilenlerin filmi.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
MOANA
Ron Clements & John Musker
Okyanusların orta yerinde doğanın her şeyden yüce bir güç olduğunu ifade etme hevesinde, yazın sıcağıyla ılıtan, güneşin ışıltısıyla kalp eriten bir öyküsü var Moana’nın. Beli bileğinden daha ince, saçı ipekten sarı ve her daim hayallerindeki eril bireyi bekleyen prenseslere inat Moana ne boyu boyuna huyu huyuna uygun bir erkek arıyor, ne de macera şevkinden feragat ediyor. Pocahontas esintileriyle de şu milenyal kalbimi fethetti.
[/one_fifth]
[one_fifth]
MOONLIGHT
Barry Jenkins
Tek bir yıldıza mal edilemeyecek ölçekte, sorgusuz sualsiz başyapıt ünvanını hak eden bir takım oyunu Moonlight. Yönetmeninden müziklerinin bestecisine, senaristinden oyuncularına, kurgucusundan görüntü yönetmenine… Her nota aynı anahtarda, solfeji ise bu dünyanın hak edemeyeceği kadar kıymetli, uzak diyarlarda.
[/one_fifth]
[one_fifth]
MY LIFE AS A ZUCCHINI
Claude Barras
Çocuklar için hissettiğiniz engellenemez acıma duygusu, hepsinin yaşadığı travmaların hayatlarındaki bazen komik bazen trajedik etkileri, ufak ayrıntılarla film içinde yaratılan devamlı espriler, halet-i ruhiyelerini hava durumuyla özetledikleri tablo, tüm hisleri yüzlere yapılmış ufak detaylarla veren teknikler bir şekilde paketi süslüyor. Bir kere de duygular kazansın canım, ne olmuş yani.
[/one_fifth]
[one_fifth]
THE NEON DEMON
Nicolas Winding Refn
Görselliğinin albenisinden yorgun düşmüş Refn bu sefer çok şey anlatmaya çalışırken hiçbir şey anlatamamak yerine direkt okul kitabı tanımlamalarıyla kapitalizmin takdirine kurban olmuş özgürlükler ülkesinde çoktan yozlaşmış bir sektörü ve hayat düzenini en basit hâlinde ekrana taşıyor. En mide bulandırıcı noktasında bile aşırı stilizasyondan gözlere bayram yaşatıp, inatla marifet içte değil dışta diyen bir anlatı.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
NERUDA
Pablo Larraín
Larraín türün tüm kurallarına orta parmak çekerek bir anti biyografiyle taşıyor Neruda’nın hayatını beyazperdeye. Filmin orta yerindeki iki karakter gerçek olduğu kadar kurgusal, kurgusal olduğu kadar da kanlı canlı. Ve tüm bu şamata Neruda’nın hakim olduğu şiire değil edebiyatın olmayanı var etme yetisine bir aşk mektubu gibi.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
O.J.: MADE IN AMERICA
Ezra Edelman
Sadece yakın Amerikan tarihindeki şöhretli kişiler ve eğlence kültürüne bakmakla kalmıyor Ezra Edelman’ın 8 saati bulan beş bölümlük başyapıtı. Aynı zamanda cezai adalet sistemini de buduyor, Los Angeles’a nefes almak için gelen siyahilerin geçmişten bugüne yaşadıklarını ele alıyor. O.J. sadece büyük bir yapbozun parçası.
[/one_fifth]
[one_fifth]
PATERSON
Jim Jarmusch
Jarmusch yine olağanlık üzerinden yürüyüp günlük hayatın monotonluğu içerisinde karakterini tanıtmaya ve derine kazmaya çalışıyor. Absürt bir rastlantıyla yaptığı finali yönetmene duyduğumuz saygının sebebini hatırlatacak güçte. Şahsî tercihim sınırda yürüyen şiirleriyle birlikte bir aşk mektubu değil de, kendini ciddiye alan sanatçılarla dalga geçmesi olurdu. Ama böylesi de leziz.
[/one_fifth]
[one_fifth]
PETE’S DRAGON
David Lowery
Pete’in ejderhası doğanın sesini taşıyor tüylü bedeninde. Ağacını kesen, ormanı mezbahaya çevirmiş insanoğluna evrenin cevabı oluyor. Küçük çocukla kurduğu ilişki basit. Yeşilin sev beni, seveyim seni döngüsünü bu imkansızları başarmış dostlukla kanıtlıyor. David Lowery yeri gelmiş, Spielberg’den daha iyi bir Spielberg olmuş. Ejderha E.T., Pete ise Elliott sanki.
[/one_fifth]
[one_fifth]
POPSTAR: NEVER STOP NEVER STOPPING
Akiva Schaffer & Jorma Taccone
Her şeyin başı sağlık orası kesin, ama eğlence sektörüyle akrabalık ilişkisi olan sanat dallarıyla ilgileniyorsanız her konuda azıcık bilginiz olması gerektiği gibi popüler kültürden nasiplenmiş olmanız gerekiyor. Popstar: Never Stop Never Stopping de son 10 senedir müzik ve televizyon sektöründe ne olup bittiğini bilenler için eşsiz bir maden.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
ROGUE ONE: A STAR WARS STORY
Gareth Edwards
Tam da diktatörlerin dünyayı oyun parkına çevirdiği bir dönemde üçüncü dünya ülkelerindeki hareketlenmeyi böyle servis edecek bir filme ihtiyacımız var diyorduk, Rogue One geldi. Bugüne kadar politik olmaktan kaçınmış bir avuç galaksi vatandaşı, ya da politik olmadığını iddia etmiş, perdenin dışında neler olup bittiğine dair farkındalıklarını en keskin formuyla dile getiriyor.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
THE SALESMAN
Asghar Farhadi
Terazinin kefelerine yük koymadan evvel ince ayarını pek iyi yapan önsezili yönetmen, kılıç eylediği kalemiyle yine varlığımızı paramparça ediyor. Oyunsuzluğu Farhadi’nin aşina olduğumuz şaşkınlık yaratan iletişim hünerleriyle bir bütün olmuş, iğne oyası gibi işlenmiş senaryo da varmak istediği noktanın farkında. Vicdanın, mahrem hayatın, sağduyunun, ruhiyatın sınavı var The Salesman’de.
[/one_fifth]
[one_fifth]
SAUSAGE PARTY
Greg Tiernan & Conrad Vernon
Kadın ve erkeğe uygun görülmüş cinsel hayattaki klişe rollerle güzelce dalga geçecek derken dinin etkisi altında kalmış faşist kalabalıklardan bir dürüm, hemcinslerinden hoşlandığını bilen ve salsa sosu yerine beyaz bir ekmeğe tutulan taco, Stephen Hawking bozması bir sakız… Nefes aldığım her gün bu filmin cesaretine aşeriyorum.
[/one_fifth]
[one_fifth]
SILENCE
Martin Scorsese
Silence üç saatlik süresi boyunca Tanrı biliminden kaynaklı suallere hem bağnaz, hem de bir o kadar husisi sorgulamaya kaçan vaziyetlerle cevap vermeye çalışıyor. Her soruya yeni bir çıkmazı var. Şüpheyle sadakat arasındaki ince çizgide yaptığı cambazlık ise küçük akıllarımızın alamayacağı kadar cömert bir zekanın mahsulü.
[/one_fifth]
[one_fifth]
SING STREET
John Carney
Romantizmi cinsel organlarla sınırlandırmaktansa daha muhafazakar ama daha etkili yorumlar getirmeyi tercih eden Carney bu sefer de yaş sınırı olan bir çiftin peşinde. Her karakteri yanakları sıkılacak kadar içten ve şefkat talebinde. Şimdi Raphina uğruna kanımıza giren Conor için Sing Street müziklerini soluyorum. “Drive It Like You Stole It” hep kafamın içinde.
[/one_fifth]
SWISS ARMY MAN
Dan Kwan & Daniel Scheinert
Bir tarafta sosyal fobisi olan ve bu cesedi içinde kalmış tüm saklı duyguların, özetle kimliğinin bir parçası olarak kullanan platonik bir adam var. Diğer tarafta da penisiyle pusula işlevi gören, osuruğu sayesinde jet ski gibi kullanılabilen, karşı cinse karşı ilkel bir açlıkla kavrulan enteresan bir ölü. Deli işi, zeka pırıltılarıyla dolu, orijinalin sözlük anlamı Swiss Army Man.
[/one_fifth_last]
[one_fifth]
THINGS TO COME
Mia Hansen-Løve
Huppert’e teslim edilen kadın, kaşmir süveterleriyle sarıp sarmalamalık kırılganlığında yeniden büyüyor. Dizinlediği kitaplarından yalayıp yuttuğu kelimelerle tarif edilmiş fâni hayatın uygulamasında betona yapışıyor, dizleri paramparça oluyor. İşte böyle bir şey sinema. Farklı kulvarlardan, farklı coğrafyalardan bambaşka birikimler, bambaşka yaşanmışlıklar.
[/one_fifth]
[one_fifth]
TOWER
Keith Maitland
Yeteri kadar kamera görüntüsü olmadığı için 1966’da Texas Üniversitesi’ndeki saat kulesinden meydana alelade ateş açan silahlı saldırganın yaşattıklarını canlandırmak ve bunları da gerçeği gölgelememek adına animasyon hâline getirmek neresinden bakarsanız bakın dahiyane bir fikir. Dramatik bir şölen, engin bir hamaset masalı.
[/one_fifth]
[one_fifth]
WEINER
Josh Kriegman & Elyse Steinberg
Weiner’ı gerçekleri anlatan bir belgesel gibi değil de başarılı bir hicivmiş gibi izledim. Sanki dünya koca bir sahne ve bu New York bazlı politikacı evrenin en iyi oyuncusu. Muhteşem bir kurgu oyunu ve eşi benzeri olmayan bir hikayesi var. Karakterlerin hepsini doğal yaşam ortamlarında izlesek de özellikle esas adamın eşi Huma anlamlı mimikleriyle yüzyılın performansını veriyor.
[/one_fifth]
[one_fifth]
THE WITNESS
James D. Solomon
60’lı yıllarda gerçekleşmiş Kitty Genovese cinayetini ele alan The Witness, toplumsal şuursuzluk ve yasla gelen uzun soluklu saplantılardan muazzam bir analiz çıkarıyor. Kitty, ailesi ve bahsi geçen 38 tanıktan daha fazlası var bu neredeyse yarım asırlık ölüm şeridinde. Tiksinç yanlışların üzerine medyanın saptırdıklarını de ekleyip kapı kapı çuvaldız dolaştırıyor.
[/one_fifth]
[one_fifth_last]
YOUR NAME.
Makota Shinkai
Makota Shinkai’nin kendi pişirip kendi yediği, kalbe doğru sıcak ve tatlı bir his yayan öyküsü iki yeniyetmenin yer değiştiren ruhları etrafında dönüyor. Ama meramı hikayenin temiz kıvrımına kadar rayında tuttuğu komediyi ansızın trajik bir gençlik masalına tahvil etmek. İlle de bulutlar üzerinde koşalım diyenlere, animelerin uydurma hayretlerine alışık olanlara daha yakın, daha dostane.
[/one_fifth_last]
Pingback: 9. Oscar Boy Ödülleri: Kazananlar | Oscar Boy