Yönetmen: Ruben Östlund | Oyuncular: Claes Bang, Elisabeth Moss, Dominic West, Terry Notary, Christopher Læssø, Annica Liljeblad, Elijandro Edouard | Senaryo: Ruben Östlund | 142 dakika | Komedi, Drama
Yağlanıp güreşe girişmeden evvel Ruben Östlund’un dünyaya baktığı yeri pek ilişkilendirilebilir bulmadığımı belirtmem gerek sanıyorum. Ne Force Majeure’deki kendi kendini tebrik eden zorlama cinsiyet ve sınıf eleştirileri, ne de Oscar’a aday olamayınca çektiği kibir kokulu sözde parodisi ilgimi çekmiyor. Kariyerinin öncesi hakkında bir fikrim yok, ama sezon içerisindeki manevralarını takip etmek bile Östlund’u tanımak için yeterli diye düşünüyorum. Ve tüm bunların başlıca sebebi de Östlund’un onunla gülmemize izin verirken, ona gülmemize kati surette katlanamaması. Cannes’dan Altın Palmiye ile dönmüş The Square isimli yeni filminde yaşadığı dönemin ve sorunlarının farkında olan herkesin bildiği başlıklar üzerinden ilerleyerek cilalı bir sosyal eleştirinin fitilini ateşlemiş bu defa. Eğer ki kahkahalarınızla eşlik ederseniz size kendinizi zeki ve fikir, tasa sahibi hissettireceğine söz veren bu gösterişçi patırtısında işçi sınıfının oturduğu komplekslere ziyarette bulunan burjuva, imtiyazlıların partisinde apaçık yıldırıya girişen orangutanımsı, insanlığı uyandırmak adına insanlığın tam zıttından koklatan reklam kampanyası ve gözümüze soka soka, bol bol, sağa kollarını açmış, mültecilerle ne yapacağını bilemeyen, sosyal medyayı kullanabildiğini zanneden, her platformda eşitliği tuttuğu yerde elinde kalan, ahmak, üstünlükçü yeni dünyanın eleştirisi var. Ama yine aynı yüksek ağaçlarda gezinirken kabuktan sızan damla sakızını almış, uzatabildiği kadar uzatıyor. Her mizansen, her diyalog, her kare olması gerekenin üç mislinde. Bu üsteleyici, son damlasına kadar sütü sağan mizahın tipik bir kuzey taşkınlığı olduğunu bilmesem, Östlund’a kişisel saldırılarıma devam ederdim. Meselelere el atarken sofistike, yüksek eğitimli, neredeyse züppe bir noktada bulunmaktan keyif almasını da anlıyorum. Fakat ferasette oralara yetişemeyenlerin mundara çevirdiği karikatür gibi Östlund. Üstelik seyircisini hafife alıp 120 dakikanın sonunda elindeki tüm oyuncularını giydirerek bir balo salonuna sokacak ve o ana kadar anlattığı her şeyi özetleyecek kadar da küstah. Yalnız bir taraftan da bu filmi beğenmek ya da beğenmemek, eleştiri getirdiği bütünü hissettirmeden bir sınava tabi tuttuğu için devasa kukla oyununda bize hangi rol düşüyor diye gerçekten de attığı her adımın hesaplanmışlığında savurganca kullanılmamış bir zeka pırıltısı olabilir mi diyorum. Ama medyayla haşır neşir olduğu anda o kadar çabuk cıvıtan bir yapısı var ki kabullenmelerim bile kısa sürüyor. Hani bazı çocuklar artık yaramazlığın, hiperaktifliğin son safhasına ulaşır da doğru olmadığını bildiği işi yaparken bile gözünüzün içine baka pis pis sırıtır ya, işte Östlund’un tüm olayı bu. Kimisi kalemine, kimisi derdini tasasını ele alış biçimine hayran. Ben ise sadece iyi bir gimmick cambazı olduğu inancındayım. Hadsiz, hep en iyi olduğunu söyleyen birileri tarafından büyütülmüş, eleştirdiği sistemin işleyen bir parçası olarak nanik yapan adam-çocuk. Gürültücü bir veleti tolere etmek için fazla yaşlı hissediyorum diyelim, bir sonraki hak edilmemiş Altın Palmiye zaferini beklemeye koyulalım. Fesat Mukayese: I, Daniel Blake > The Square