Yönetmen: Ann Marie Fleming | Seslendirenler: Sandra Oh, Nancy Kwan, Shohreh Aghdashloo, Camyar Chaichian, Navid Negahban, Omid Abtahi, Ellen Page, Don McKellar, Kristen Thomson, Jun Zhu, Panta Mosleh, Eddy Ko, Peyman Moaadi | Senaryo: Ann Marie Fleming (uyarlama & grafik roman) | 85 dakika | Animasyon
2017’nin sefil animasyon yarışında kendime sığınacak bir yer arayışına girip, Akademi’nin listelediği 26 filmden ulaşabildiklerimle şansımı deneyeyim dedim. Ve türlü ağlak Uzak Doğu animeleri, televizyona bile yakışmayan Ernest & Celestine sonrası bir tek Window Horses sonuna kadar izlenmeyi hak ettiğine inandırabildi beni. Kendi kültürünün haricindeki her şeyi mistik ve çekici bulan Kuzey Amerika’dan, davulun sesini uzaktan hoş bulmuş bir kadının elinden çıkma, tam adıyla, Window Horses: The Poetic Persian Epiphany of Rosie Ming. Kendi hâlinde şiirler yazıp bunları yayımlamaya gayret eden Rosie isimli ana karakter kişisel özelliklerinden çizim şekline kadar her biçimde Window Horses’ın bütününde ayrıksı bir varoluşu simgeliyor. Yeni olanı tanıyıp kucaklamaya meyilli, şimdilerde yirmilerini yaşayan jenerasyonun bilinçliliğine tabi Rosie bir şiir festivali için İran’ın yolunu tutuyor. Ve tabii önyargılarıyla, hiçbir şey bilmeden, okumadan, görmeden ve araştırmadan. Bir danışman ile birlikte senaryoyu kaleme alan yönetmen Ann Marie Fleming koşullu cehaletin de faşizmin bir türevi olduğunu hatırlattığı başlangıcının ardından, hiç yalan söylemeyeyim, pek dillendirilmemiş bir perspektife sahip olduğu için beni biraz umutlandırdı. Orta Doğu’da yaşayan herkesi Arap diye etiketlendirenler, aynı görüşü paylaşmasanız da kökü Müslüman topraklarda büyümüş olmanın dezavantajını ülke sınırlarını terk ettiğiniz saniyede iliklerinize kadar yaşatıyor. Masayı ters çevirerek bu sefer bir yabancıyı, bize daha yakın kültürlerin orta yerinde önyargılarıyla resmetmesi ve bir de bunun üzerine tarif ettiği İranlıların klişelerle süslenmemiş olmaması takdire şayan. Yalnız bu masumane başlangıcın sonrasında çok pasaklı bir LSD deneyimi hâlini alıyor Window Horses. Benim gibi spiritüelliği kutsayana tahammülsüz izleyici için hikâyenin sarkma yapmaması imkansız. Çünkü şiir, toplumsal değerler, mistisizm üçgeninde kulağa anlamsız kelimeler fısıldayan bir çorbayı andırıyor kalanı. Rosie’nin kişisel gelişimine katkıda bulunacak yolculuğunun manevi artıları ayakları yere basan startın ardından pek çok gözlemini soyutlaştırıyor. Ve Fleming bu tondan uzak durmaya gayret etse de beyaz üstünlüğünün nelere mal olduğunun farkında. Bu sebeple her ne kadar temkinli yaklaşsa da ten rengi farklı olanlar, ana karakter Rosie’nin zihnen büyüme sanrıları arasında birer araca dönüşüyor. Filmin neredeyse tamamı İran’da geçiyor olsa bile aslında bu ülkenin yer aldığı coğrafya sanki sırf Rosie’yi toparlayabilmek için varmış gibi bencil bir tavır hakim. Ayrıca kadın bakış açısını da cinsiyet politikasının en çiğ yerinden tutup kullanıyormuş gibi bir tat bıraktı bende Window Horses. Kim olursa olsun, nerede olursa olsun, biz kadınız ve dayanışmamız göstermelik değil diyebiliyor mu? Biraz. Ama bu görüşe sahip olduğuna ne kadar inandırabiliyor izleyicisini, orası meçhul. Sırf benzer eleştirilere maruz kalmamak için Rosie’yi yarı Çinli, yarı Acem eylemesini de görmezden gelmiş değilim. Keşke bir kısa film olsaymış diyorum bu yüzden. Başladığı noktadan çok uzaklaşmadan, yönünü kaybetmeden bitirebilseymiş öyküsünü. Fesat Mukayese: The Hundred-Foot Journey > Window Horses