Yönetmen: Valerie Faris, Jonathan Dayton | Oyuncular: Emma Stone, Steve Carell, Andrea Riseborough, Sarah Silverman, Bill Pullman, Alan Cumming, Elisabeth Shue, Austin Stowell, Natalie Morales, Eric Christian Olsen, Lewis Pullman, Jessica McNamee, Martha MacIsaac, Mickey Summer | Senaryo: Simon Beaufoy | 121 dakika | Biyografi, Drama, Komedi
Her yazıda söylüyorum bunu artık, popüler kültür tamamı siyasetten ve günümüz dünya manzarasından beslenen bir dağarcığa kavuştu. Bu iklime ayak uydurarak iyi niyetimizi istismar etmeye çalışan anlatıcıların sayısı da epey artmış durumda. Tipik bir kaz – tavuk meselesi yani. Fox Searchlight’ın desteğiyle seyirci yüzü gören Battle of the Sexes da formül senaryo çöplüğünün Hollywood kaldırımlarında düşük ahlakla ödül dilenciliği yapan son örneği. Film, gelir eşitliği için federasyona savaş açıp kendi sendikasını kurmak üzere harekete geçen bir grup aktivist kadın sporcuyu ve 1973 yılının önemli medya olaylarından biri olarak tarihte yerini almış meşhur tenis maçını konu alıyor. Ama tabii öykünün merkezinde, sonraları eşcinsel olarak daha özgür bir hayat sürme imkanına erişmiş Billie Jean King yer almakta. Kadının yerini eliyle göstermekten asla çekinmeyen ahlaksız toplum yapısına karşı mücadele verdikleri için bu büyük curcuna kısa sürede cinsiyetler arası bir savaşıma dönüşmüş ve zamanının başarılı sporcusu, yarı zamanlı şaklaban Bobby Riggs’in de dahil olduğu meşhur bir (hatta iki) karşılaşma ABD’nin gündemine oturmuş. Trump ihtimalinin su yüzüne çıktığı ve sonrasında türlü katakulli ile koltuğa oturduğu tüm süreci düşünerek konuşacak olursak Battle of the Sexes karşımıza çıkmış en “zamanlı” hikâye. Köklü bir siyasi partinin hedef aldığı kadınları ve eşcinselleri tek bir anlatıda buluşturup, bir de üzerine karşısına Trumpvari bir karikatür adam konduruyor ne de olsa. Ama fazlası yok, eksiği çok. İnanılmaz kafasız bir matematiği var bir kere Battle of the Sexes’ın kendi içerisinde. Neredeyse her olayı hikâyesinde bir sonuç verecek sahte mizansenlere dönüştürmekten kaçınmıyor. Bu süper güç gerektirmeyen kahraman öykülerinin en büyük probleminden muzdarip üstelik: Geçmişe aşırı bir farkındalıkla bakmak. Zamanında neyin ne olduğunu ve yarım asır sonra ne tür bir sonuca ışık tutacağını bilemeden hareket etmiş pek çok insanı, sanki geleceğe ışınlanıp şöyle bir ortalığa göz attıktan sonra geri dönmüşcesine yüce bir bilinçliliğin içine hapsediyor bu tür filmler. Kontekstin içerisinde makul olabilir; ama bir tarih kitabı okumadığımızın farkına varmasını istiyorum artık Hollywood senaristleri ve yapımcılarının. İnandırıcılıktan yoksun krizleri, kadın hareketine görsel medyada değerli bir kendini gösterme fırsatı tanıyan durumu baltalıyor. Her şeyde bir plastik kokusu, fazla yazılmış, fazla düşünülmüş sahnelerle kapitalizmden şikayet edip kapitalizmin en âlâsını kullanan bir maskaralık hâkim. Kimin nasıl bir performans çıkardığı da pek ehemmiyet taşımıyor tabii bu durumda. Hele ki filminin kalitesi sayesinde ne kadar gereksiz bir Oscar’a kavuştuğunu gizleyemeyen Emma Stone’un yarattığı geçmişi ne ki, bunu en tepeye koymamız bir anlam teşkil etsin sorunsalı saatlerce tartışılmaya layık. Sakat politikasının okyanus aşırı topraklarda yüz bulamayacağını umut ederek 2010lar’ın pazarına hükmetmek isteyen 1990lar’dan kalma eski kafalılığını Akademi’yi oltaya getiremeyen diğer Oscar yemlerinin yanına yolluyorum. Fesat Mukayese: J. Edgar > Battle of the Sexes