Yönetmen: Ildikó Enyedi | Oyuncular: Géza Morcsányi, Alexandra Borbély, Zoltán Schneider, Ervin Nagy, Itala Békés | Senaryo: Ildikó Enyedi | 116 dakika | Drama, Romantik
Üzerine çalışılmış, göz alıcı kadraj gördüğünde gerisini umursamayanların memleketine gidecek olursanız bu yıl Oscar’ın yabancı film kategorisinde ilk dokuza kalmayı başarmış Macaristan yapımı On Body and Soul’u beğenmeniz mümkün. Fakat yönetmeni Ildikó Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra sinemaya dönüşünün kutlandığı yapımda Sinema 101 kitabından fırlama metaforlar kol gezdiği için optik yanılsamaların büyüsüne kapılmak güçleşiyor. Rüyalarda bir geyik ve ceylan olarak buluşan, tuhaf (daha doğrusu quirky) sayılabilecek bir çift var On Body and Soul’un merkezinde. Sivil yaşamın tüm saldırganlığından, çirkin kentsel koşuşturmalardan uzakta kozmik uykularının ikliminde bir araya gelen, kağıt üzerinde uyumsuz bir ikili bu. Ki taraflardan birinin anormal işleyen duygusal ve zihinsel aksiyonları gerçeküstü eşleşmeyi biraz daha ilgi çekici kılıyor. Fakat kar düşmüş orman manzaraları, vahşi doğanın en zarif hayvanlarını doğal ortamında yakalaması ve hayalden öte imgesel bir habitat yaratabilmesi haricinde Enyedi’nin öykündüğü şablona mesafesi küçümsenemeyecek kadar fazla. Bir kere kendi içerisinde belli bir mizahi anlayış yaratmaya çalışırken karakterleri arasındaki kimyayı unutuyor, o da yetmiyor direksiyonu bir anda ağdalı bir melodrama çeviriyor. Eksenine özen göstermeyen türler arası akrobasisinde sunduğu soyut gerçeklikten bile bihaber. Enyedi bakmaya kıyamayacağınız bir belgesel çekmek isterken, kendini haddi olmayan insana dair hem bireysel hem de toplumsal mücadele hakkında ahkam keserken bulmuş. Kurgusal anlamda da tren enkazını andıran On Body and Soul’da terazinin şirazesi öyle bir kaymış ki yönetmen, oyuncularını geyik çiftiyle katliama kurbana gidecek inekler arasında bağ kurarken boşlukları doldurmak üzere kullanıyor. Vücut ve ruh arasındaki farkı, daha doğrusu tinsel olana saygıyı marifet bilmenin önemini belirtmek için bizi bu kadar oyaladığına değiyor mu gibi bir noktaya ulaştım kendi tekil deneyimimde. Enyedi’nin huzurlarımıza sunduğu çağdaş yalnızlık betimlemeleri o kadar uzak, o kadar külüstür bir noktaya konuşlanmış ki sadece sinemacı olarak değil, alelade bir düşünür olarak bile ciddiye almak imkansız. Ana karakteri Maria’nın dış dünyaya açılışını ve bu durumla başa çıkamama hâlini de karakterine uygun gördüğü handikapla birlikte düşündüğünüzde sakat komedisi öncüllük ettiği ahmak romantizmi daha da çiğleştiriyor. İnsan davranışlarının saçmalığından, ikili ilişkiler üzerinden daha içtimai çıkarımlar yapmaya çalışan egzersizini not defterlerine saklamasını tercih ederdim sanırım. Oscar’ın ilk dokuzuna kalması da şaşırtıcı. Bu güzel gözüken içi yankı yapmaya müsait akustik donanımı karşılayacak kadar boş filmlerin Akademi tarafından pek kıymet görmediğini düşünürdüm. Doğru tanıtımın avantajları olsa gerek. Ama benim de artık bir ders çıkarmam gerekiyor sanırım. Söyleyecek değil cümlesi sözcüğü dahi olmayan, görseli iyi cilalanmış filmlerin başına geçmem bile hata. Öyle ki içerikte karın doyuracak bir şey bulamadığımdan Alexandra Borbély’nin övgülere boğulan performansından da hatıra olsun diye hafızamın bir kenarına not edecek tek bir an bulamadım. Sahibi gelsin alsın o zaman şu filmi benden, daha konuşmaya mecalim kalmadı. Fesat Mukayese: Bambi > On Body and Soul
özge
11 Ocak 2018 at 22:50
Tam olarak neden bu filmi beğenmediğimi yazmışsınız sanki.Fesat mukayeseler arasında en güzeli bu olmuş,baya güldüm.Ellerinize sağlık. 🙂