Yönetmen: Wes Anderson | Seslendirenler: Bryan Cranston, Koyu Rankin, Edward Norton, Bob Balaban, Bill Murray, Jeff Goldblum, Kunichi Nomura, Akira Takayama, Greta Gerwig, Frances McDormand, Akira Ito, Scarlett Johansson, Harvey Keitel, F. Murray Abraham, Yoko Ono, Tilda Swinton, Ken Watanabe, Mari Natsuki, Fisher Stevens, Nijiro Murakami, Liev Schreiber, Courtney B. Vance, Yojiro Noda, Frank Wood, Roman Coppola, Anjelica Huston, Kara Hayward | Senaryo: Wes Anderson, Roman Coppola, Jason Schwartzman, Kunichi Nomura | 101 dakika | Animasyon, Komedi, Macera
Vintage fotoğraf makinesi parçalarından yapılmış bisikletlerin (Amy Poehler’a selam olsun) koleksiyoncusu Wes Anderson, sıra dışı perspektifinin en politik formunu sunuyor Berlin’den ödülle dönmüş yeni stop-motion animasyonu Isle of Dogs’da. “I Love Dogs” üzerinden yapılan kelime oyunuyla başlığını bulan bu projesi, Fantastic Mr. Fox sonrası bir kez daha insan haricindeki canlılara bilinç hediye edip hayvan sevgisini gösteriyor gibi basit bir yere indirgenemeyecek kadar hararetli. Ben mi büyüdüm de üzerine çok kafa yordum, yoksa Wes Anderson’ın dünya meselelerine kollarını sıvayası mı geldi gelgitlerimin sonucunda hiç ummadığım bir yerdeyim. Bilhassa Avrupa’da muhtelif etnik grupların açık kapıları aralayarak istemeyerek bir parçası oldukları mülteci sorunuyla haşır neşir oluyor en simetrik rüyalarımızın ağa babası. Yalnız evrensel insan haklarının gereklerini tanımayan, kabusu andıran yozlaşmış sağ politikasıyla özgürlüklerin ülkesini bir tımarhaneye çeviren Trump’ın Amerikası’na daha çok yaptığı atıflar. Çünkü köpek ırkıyla yarattığı kirli peri masalında küçük elli, turuncu suratlı, Twitter trolü başkanlarının vaat ettiği geleceği resmediyor ister istemez. Pire için deve yakan, dünya görüşü yalnızca kendi çıkarlarına hizmet eden cumhuriyetçi (a.k.a. faşist) görüşün bir temsili âdeta. Neyse ki nüfusu giderek artan bu yeni alt türün, daha doğrusu modern dünyanın tadını almış bir artist olmanın gereğiyle ortaya çıkan ürünlerin genel problemlerinden muzdarip değil. Isle of Dogs’ın Japonya’yı mesken bellemiş ve bu coğrafyanın kültürünü de epeyce özümseyen anlatısı kör kör parmağım gözüne bir distopya için açmıyor perdelerini. Klasikleşmiş Wes Anderson haşarılıkları pastel tonlardan gücünü alan tuhaf (quirky) karakterleriyle buluşuyor yine. Bir de üstüne tadından yenmez seslendirme kadrosuyla iki kat dikkat kesilmenize sebebiyet veren cilayı da atıyor hikâyesinin üstüne. The Royal Tenenbaums’dan The Darjeeling Limited’a, kariyerindeki her yapı taşını sonuna kadar omuzlarında taşımış bir izleyici olarak, sıralama eleştirmenliğinden de uzak durmaya çalışıp şunu söyleyebiliyorum sanırım; Isle of Dogs, Wes Anderson’ın en olgun filmi. Bu sadece günümüz ikliminin sanatında etki yaratmasıyla alakalı değil. Ayrıntılara olan takıntısını anlamlandırabildiğine ve bir yere bağlayabildiğine inanıyorum artık. Sadece gözümüze hoş gözüktüğü ya da iyi hissettirdiği için değil, bütüne katkısı olduğu için mevcut bu el emeği göz nuru kargaşa. Ya da yazımın başına dönecek olursak, ben büyüdüğüm için daha bir net geldi önümdeki tablo. Ben at gözlüklerimi çıkarmış, daha geniş bir pencereden bakmayı öğrenmişimdir kim bilir. Ama zaten filmlerle olan ilişkinin de en sevdiğim kısmı bu. Kişisel bir deneyim olduğunu savunmakla birlikte ete kemiğe bürünmüş bir öyküyle kendi yolculuğunuzun hangi noktasında yollarınızın kesiştiği büyük önem taşıyor. Isle of Dogs da beni savunmasız değil belki ama algılarım açık, ne istediğinin bilincinde bir alegori izlemeye ihtiyacım olduğunu bilmezken yakaladı. Şimdi Alexandre Desplat beyefendinin Jonny Greenwood’dan makas aldığı ezgilerine geri dönüyorum izninizle. Fesat Mukayese: Isle of Dogs > SNL – 43. Sezon Cold Opening skeçleri