Ağustos’un ilk haftasına kendi TV ödüllerime yetiştirme ısrarım devam ediyor. Ve tabii ki de bunu yapabilmem için izlediğim her dizi hakkında önceden ahkam kesmiş olmam gerek biliyorsunuz. Yoksa çatır çatır çatlar, ortadan ikiye ayrılırım. Bu sezona mahsus, Yan Odadan Filmler sebepli tembelliğime bir çare olarak da 100 kelimelik kısa yazılar zincirini oluşturdum. Yeter ki sezonu kapatayım, aklımda bir şey kalmasın! Önceki zırvalarıma ulaşmak isteyenler TV sayfasına uğrayabilir, kalan sağlar da buyursun sayıklamalarımın yeni ve üçüncü ayağına:
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
BARRY (1. Sezon)
Tina Fey’den 30 Rock, Amy Poehler’dan Parks and Recreation, Will Forte’den The Last Man on Earth, Andy Samberg’den Brooklyn Nine-Nine ve şimdi de Bill Hader’dan Barry! Saturday Night Live’ın arka arkaya görev yapan iki efsanevi jenerasyonu ekrandaki “yüksek kalibrede komedi” popülasyonunu artırmaya devam ediyor. Bayrağı ustalardan alıp Kristen Wiig’le yepyeni bir sayfanın açılmasına yardımcı olmuş Hader’ın HBO destekli dizisi Barry, biraz mübalağa sosuna batırılsa absürt bir Saturday Night Live skecini dönüşebilecekken ekranın gelecek vaat eden, sinema ve televizyon hafızası güçlü bir kalem tarafından yazıldığı belli, her bölümü ikonik diyaloglarla dolu bir proje olmuş. Ne kadroda zayıf bir halka var, ne de senaryoda havaya boşuna sıkılan bir kurşun. Saçmaladığını bildiği ve hatta itiraf ettiği anlarda bile bir sonraki hamlesine çalışıyor, mizah tekneyi devraldığında dahi bir karakter çalışması izlediğimizi unutturmuyor Barry. Çok heyecanlıyım sayın ahali, sonunda azınlık anlatılarından beslenmeyen ve Hall of Fame‘de yerini alacağı belli komedimiz geldi! MVP: Anthony Carrigan (NoHo Hank)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
THE AMERICANS (6. Sezon)
FX’in yüzünü değiştiren ve orijinal içerik üretiminde adını duyurmaları açısından kapılar açan efsanevi dizi The Americans da büyük finalini yaptı. Neredeyse her bölümü geçmişe saygı duruşlarıyla dolu olan altıncı sezonun sonunda Jennings ailesiyle uzun süreli münasebetimize değecek bir vedaya şahit olduk. İptal edilmeden, direkt kanal ve senaristler arasında yapılan anlaşmayla ekrandan ayrılan diziler arasında finaline “olmuş” diyebildiklerimizin sayısı o kadar az ki The Americans’ın istediği gibi bir kapanış yapabilmiş olmasından çok mutluyum. Matthew Rhys ve Keri Russell’ın şovu olarak başladığı yerden geldiği noktada Annet Mahendru, Alison Wright ve Holly Taylor gibi yetenekli oyuncuların isimlerini hafızalarımıza kazıyarak tamamladı misyonunu. Muhtemelen Soğuk Savaş, Rus ve ajan anahtar kelimelerini kullanarak siyasi gövde gösterisine ya da spagetti casus gerilimine evrilmeden bu konseptin hakkını verebilmiş de yegâne yapım ayrıca. TV’nin altın çağına yaptığı katkı yabana atılamaz. MVP: Matthew Rhys (Philip Jennings)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
UNBREAKABLE KIMMY SCHMIDT (4. Sezon)
Esasında Tina Fey’le alakalı her projenin eleştirisine “Biz kim köpeğiz ki dünya komedi sahnesini değiştirmiş, genç kadın yazarlara rol model olmuş, televizyondaki altın çağın pimini ateşlemiş, SNL’i tekrardan popüler yapmış birine dil uzatıyoruz?” diye başlamak gerek; ama işte yaşasın milenyal hadsizliği! Bir NBC projesi iken aniden Netflix’e transfer olan Unbreakable Kimmy Schmidt, iki parça hâlinde servis edilecek final sezonunun ilk yarısıyla seyirci karşısındaki sınavını verdi. Gelen tepkiler pek şahane sayılmaz. Kadın hareketine dolaylı yoldan destek olan Fey’in kaygılarını su yüzüne çıkardığı bölümler yazdığına dair eleştiriler var. Ben de hatta buna Emmy dilenen Jon Hamm odaklı bölümü de eklemek istiyorum. Belli ki birilerinin canı yönetmen ve senaryo adaylığı çekmiş. Fakat en kötü Fey üretiminin bile aralıksız kahkaha attırma potansiyelini bildiğimizden yine yumduk gözlerimizi ve atladık birbirinden orijinal karakterlerin kollarına. Tabii bu sezondan Lemonade ya da Pinot Noir çıkmadığı için üzgünüm; ama o kadar da oluversin artık! MVP: Carol Kane (Lillian Kaushtupper)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
SMILF (1. Sezon)
Kablolu kanallardaki komedi kanadının iyiden iyiye feminist anlatıcılar için bir boy gösterisine dönüştüğü televizyonun altın çağında SMILF, her daim cesur senaristlerin er meydanı olarak bilinen Showtime’da ilk sezonuyla şansını denedi. Frankie Shaw’un yazdığı, oynadığı, yapımcılığını üstlendiği ve kimi zaman da yönettiği proje, bekar ve genç bir anneyle onun disfonksiyonel çevresi arasındaki ilişkileri gözlemliyor. Tabii bu çetrefilli iğneleme merasiminden ataerkil zihniyet, kanadı kırılmış Amerikan rüyası, toplumun kaybettiği ahlaki değerler, kadın erkek arasındaki eşitsizlik ve hatta ülkenin sağlık sektöründeki eziyet niteliğinde çıkmazlar da payını alıyor. Shaw kaleminin ucunu iyice sivriltmiş, artık önüne kim çıkarsa… Epeyce kişisel bir dizi olduğunu bilerek tadına bakar ve asimile olduktan sonra da yaramazlığından keyif almaya başlarsanız tamam. Aksi takdirde SMILF’in sevmesi zor ana karakteriyle geçinmek zor. Ama şunu da eklemem gerek, Shaw’un biraz yıllanmaya ihtiyacı var. Özellikle senaryo bakımından. Çoğu bölümde 20 dakikayı bile dolduramayacak sevdaların peşinden koşuyor. Yalnız Connie Britton ve Rosie O’Donnell ikilisi için dağları deliyoruz, sıkıntı yok. MVP: Rosie O’Donnell (Tutu)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
PATRICK MELROSE (Mini Dizi)
Yapacağım benzetme için dayak yeme riskini göze alarak konuşuyorum; Benedict Cumberbatch’in hiç kuşkusuz filmografisindeki en iyi performansı verdiği Patrick Melrose, hem yapısal hem de içerik olarak epeyce Olive Kitteridge’i andırıyor. Ana karakteri canlandıran oyuncuya bir showcase olsun diye yazılmış gibi duran senaryosunda, geçmişindeki travmaların izini asla atamayan bir adamın peşi sıra koşuyoruz. Seneler geçiyor, yeni hadiseler vuku buluyor, şöminenin üzerine asılan portredeki yüzler değişiyor; ama derin yaralar asla kapanmadığı gibi yepyeni katmanlar edinip uykularından uyanıyor. Çocuk istismarı gibi bam teline yeni boyutlar kazandırmış bir meseleyi neyse ki fazla ifşa etmeden, hatta çocuk aklıyla hatırlanan kısmını kullanarak stratejik bir adım atmasını bile başarılı buldum ben açıkçası Patrick Melrose’un. Yalnız esas adamın o uzaklara dalıp gitmesine sebep olan hadiseler zinciriyle kendi geçmişi arasındaki bağı kuramamasından ötürü dağınık kalan kısımları seyirciyle iletişimini epey engelliyor. Dikkat çektiği meseleleri unutup görsel olarak yakalamak istediği hayaline ulaştığı anlardan dönüş yolunu kolay bulabilse kim bilir neler olacak… MVP: Benedict Cumberbatch (Patrick Melrose)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
MINDHUNTER (1. Sezon)
Kısık ateşte pişen filmlere/dizilere zaman içerisinde alıştığım bir gerçek. Hatta bu süreçte tahammül edemediğim prosedür dramalarını bile tutunacak bir dal bularak izlemeyi öğrendim. Yalnız Mindhunter’ı, Cameron Britton haricinde ilgi çekici kılan şeyi bulmakta hâlâ güçlük çekiyorum. Kahverengi, gri, bej ve benzer tonların sponsorluğunda David Fincher beyefendi yine geminin kaptanlığını üstlenmiş, pek bayıldığı katillerinin psikolojisini anlamaya çalışan bir ekip oluşturarak, soru cevaplarla dolu bir dizi sohbeti Netflix’e yayınlatmayı başarmış. Belli bir çıtanın üzerinde üretim yapması ve kafasına eseni anlatabilecek özgürlüğe sahip olmak için yıllardır dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya bu noktaya gelmesi sebebiyle Fincher’ın kariyerinin bu aşamasındaki Zodiac-vari lineer anlatıma dönmesini gayet kabul edilebilir buluyorum. Ama Jonathan Groff’ın sürekli endişeli bakan adamlarla dolu filmografisinde böylesine etli bir başrolü hak edecek ne yaptığından da bihaberim, aynı damara oynayan Holt McCallany ile bu diziyi taşıyabildiğinden de. Kalp ritmini ölçen zamazingodan aşina olduğumuz upuzun bir dıt sesi gibi Mindhunter. Ne düşüyor, ne çıkıyor. Sadece dıııııııııııııııııııııııııt… MVP: Cameron Britton (Edmund Kemper)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
BLACK MIRROR (4. Sezon)
Black Mirror’ın yeni sezonunu rötarlı izlemiş olmamanın tek sebebi var, o da babaanne öğreticiliğindeki bir önceki Netflix instalasyonunun gırtlağıma soktuğu tembih parmağı. Hâlâ yutkunurken boğazıma yakın bir bölgede yanma hissi yaşıyorum. Aynı yerlerden eleştirilen dördüncü sezonun bol starlı altı bölümünde de benzer bir “Bıkmadınız şu telefonlarınızdan.” tadındaki nene çemkirmeleri mevcut. Beni yakaladığı yer ise muhtemelen daha olası bulduğum gelecek varyasyonlarına pek mesafeli duygusal yaklaşımlarda bulunmak yerine bütünüyle kucaklayıp diziyi bir gövde gösterisinden “Bence böyle olacak/olabilir.” sınıfına atlatması. Şok etkisi üzerinden kâr etmeye çalıştığı Black Museum‘un işlemeyen tarafları var mı? Var. U.S.S. Callister bir önceki serinin dağınık bırak çarpıcı olsun matematiğini bariz bir şekilde kullanıyor mu? Evet. Birisi çıkıp Arkangel bölümünü annen yazdı dese inanır mıyım? Muhtemelen. Ama Hang the DJ‘in naifliği ve Crocodile‘ın tutarı olmayan tekinsizliğiyle tavlandım, üzgünüm. MVP: Kiran Sonia Sawar (Shazia Akhand)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
MOSAIC (Mini Dizi)
Biz küçükken hani böyle yapmak istiyorsan şu sayfaya, bunu denemek istiyorsan bu sayfaya git kitapları vardı, hatırlar mısınız? İşte Steven Soderbergh’in HBO için ürettiği Mosaic de belki tam olarak bu kafada değil; fakat istediğiniz karakterin gözünden hikâyeyi dinleyebileceğiniz ve yön verebileceğiniz bir platform üzerinden piyasa sürüldü. Sonra Soderbergh kendi istediği gibi kurgulayıp bir de televizyona bıraktı bir örneğini. Önce klasik bir dolandırıcılık öyküsü izleyecekmişiz gibi başlayıp sonrasında düpedüz kim yaptı sorulu cinayet koşuşturmacasına dönüşen Mosaic epey kusurlu bir dizi aslına bakarsanız. Yalnız Soderbergh’in odanın bir köşesine bırakmış izlenimi veren kamerası sayesinde birbirinden yetenekli oyuncu kadrosuna at koşturabilecekleri büyük bir alan bırakılmış. Dolayısıyla o mu vurdu, bu mu çaldıdan ziyade Sharon Stone formundan hiç mi bir şey kaybetmez, yahu Garrett Hedlund bu kadar iyi bir oyuncu muydu, Frederick Weller muntazam oynamıyor mu sorularıyla sonunu getirdim ben. İlginizi çekmeyebilir, kabul ediyorum. MVP: Sharon Stone (Olivia Lake)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
PATERNO (TV Filmi)
#MeToo ile #TimesUp hareketlerini takiben hem beyazperdede hem de ekranda cinsel taciz, istismar ve benzer hazmı zor hadiselerin çeşitli anlatım türlerini görür olduk artık. HBO, Kerry Washington’ın kariyer performansını verdiği Conformation ile açılışını yaptığı TV filmi serisini şimdi pek kadın merkezli bir içeriği varmış gibi gözükmemesine rağmen ucu herkese dokunan Paterno ile devam ettiriyor. Al Pacino’nun, Meryl Streep gibi, ödül almak için çaresizce kabul ettiği projelerden bir diğeri olarak bakıldığında bu yarım ağız öykünün pek bir değeri olduğu söylenemez. Fakat çok farklı bir perspektiften yaklaşmışmışlar meseleye. Taciz eden ya da edilen değil sessiz kalanın, üstünü kapatanın, suça açıkça ortak olanın çarmıha gerilişi var burada. Ama bu taze bakış açısı haricinde masaya yeni bir şey getiriyor mu derseniz? Hayır. Pacino’nun kariyerinde neredeyse ilk kez ekonomik davrandığı bir anda etrafındaki tüm oyuncuların bağırıp çağırarak kameranın içine baka baka tirat attığı bir evreni ciddiye alabilmek zaten mümkün değil. MVP: Al Pacino (Joe Paterno)