Yönetmen: Andrew Haigh | Oyuncular: Charlie Plummer, Travis Fimmel, Chloë Sevigny, Steve Buscemi, Steve Zahn, Amy Seimetz, Justin Rain, Lewis Pullman, Frank Gallegos, Julia Prud’homme | Senaryo: Andrew Haigh (uyarlama), Willy Vlautin (roman) | 121 dakika | Drama
Blogun var olma sebeplerinden biri ödül dağıtabilmek olduğu için 2018 film yılına bağlanabilme arayışımı sonunda bir nebze karşılayabilmiş olmaktan çok mutluyum. Andrew Haigh’in sıradan bir hikâye anlatıcısı olmadığını ispatladığı Weekend ve 45 Years sonrası gelen, haddimi aşarak en iyi filmi olduğunu iddia etmek istediğim Lean on Pete, modern Huckleberry Finn muamelesi gören aynı adlı romandan uyarlama. Basitçe özetlemek gerekirse yaşından büyük travmalar biriktiren bir oğlanın, “Lean on Pete” adındaki bir atı kurtarmak için çaresizce yollara düşmesini konu alıyor. Fakat ABD’nin batısından başlayan bu yolculuk kısa bir süre içerisinde annesi tarafından terk edilmiş esas karakterimiz için hayat çizgisinin gittiği yeri bulmaya evriliyor ve film de bu virajdan sonra acımasız dünyada ayağa kalkıp kaderiyle rövanş eden Charley’i tek merkezi hâline getiriyor. Ucu bucağı olmayan, Haigh tarafından kusursuz bir şekilde fotoğraflanmış Amerikan kırsalı eşliğinde hep beraber bata çıka ulaşıyoruz finale. Çaresizliğin, umutsuzluğun binbir formu var geleneklerinden kopmayan zengin toprakların orta yerinde. Charley, babasıyla disfonksiyonel bir ilişki sahibi olmaya yetecek kadar bile bir aile olmaya yaklaşamadığından, eksiğini çok sonradan hissetmeye başladığı bir boşlukla tanışıyor. Kimi zaman bir seyis, kimi zaman bir jokey, kimi zaman da bir atın peşinden istediği o “düzenli” hayatın arayışını sürdürüyor. Öyle ki yollara düşüp, bildiği her şey ve herkesten uzaklaştığı anda bile yüzüne gülümsemeyi yerleştiren yine bir aile sofrası, öyle ya da böyle hayatta kalmayı başarmış, hep beraber bir çatının altına başlarını sokup kendi yağlarında kavrulan yabancılar oluyor. Benim neredeyse ajitasyon bağlarında dirsek çürütecek bu kuraklığa olumlu bir tepki vermemin asıl sebebi ise Andrew Haigh’in travmalardan sebep yarım kalmışlıkları hep geri planda tutması. Filmin kırılma anında bile ana karakter Charley bağırıp çağırarak, ağlayıp kendini bir yerlere atarak değil, büyük bir korkuyla dile getiriyor hayallerini. Bugüne kadar karakterin gördüğü muameleyle alakalı belki bu tonu düşürülmüş yalvarış hâli; fakat Charley’nin her eyleminin arkasındaki motivasyonu berraklaştırmış Haigh. Kafanızda tek bir soru işareti dahi kalmıyor, sesi kısılmış melodram boyunca. Ve işin en güzel tarafı da ne biliyor musunuz? Tüm bu acımasızlığın, sorunların, çıkmazın ayazında atından ahırına, çiftliğinden kasabasına her şey bir set parçası, öykünün ikincil belki de üçüncül aracı. Tek mesele Charley. Kontekste yerleştirebilmek adına bir kartpostal var elbet, ama Haigh kusursuz adaptasyonunda tüm varlığını ana karakterine adıyor. O eksik kalan parçasını Oregon ile Wyoming arasındaki rotada tamamlamaya çalışırken kanvas yönetmenin alıştığımız natüralizmine yeni boyutlar kazandırıyor sadece. Yoksa coğrafya denizleri aşsa da öylesine evrensel bir melankoli, öylesine hakiki bir özlem var ki burada, utanç ile çaresizlik folkloru zaman ya da mekan tanımıyor. Finalindeki göz pınarlarını kurutan nakavtında başroldeki Charlie Plummer’ın o ana kadarki tüm kusurları görmezden gelmenize epeyce yardımcı olan performansı da eklenince sarsıcılığı iyice savunmasızlaştırıyor zaten seyircisini. Daha ne olsun? Yetmez mi bu kadar övgü? Kurutmak zorunda olduğum mendillerimi de yazının sonuna asıp susayım en iyisi. Fesat Mukayese: Lean on Pete > Hep Beraber