Yönetmen: Chloé Zhao | Oyuncular: Brady Jandreau, Tim Jandreau, Lilly Jandreau, Cat Clifford, Terri Dawn Pourier, Lane Scott, Tanner Langdeau, James Calhoon | Senaryo: Chloé Zhao | 104 dakika | Drama, Western
2017’nin Directors Fortnight (Cannes) programından içinde bulunduğumuz sinema yılına kadar sarkan The Rider, bir önceki çalışması Songs My Brothers Taught Me ile bağımsız film çevrelerinden tam not alan Chloé Zhao’nun imzasını taşıyor. Zhao, Amerika’nın kırsalında ülkenin sosyoekonomik geleceği üzerine toplumsal ve politik yorumlara sarılmadan evvel bir at ve rodeo sürücüsü arasındaki mecburen yıkılmaya hazırlanan bağı izlemeye koyuluyor. İşin güzel tarafı ise, başrole yerleştirdiği Brady Jandreau’nün hakikaten bu süreci deneyimlemiş olması. Ölümcül bir travma geçirdikten sonra doktorlar tarafından bir daha beyninde sarsıntı yaratma ihtimali barındıran rodeo müsabakalarına çıkması yasaklanmış kahramanımız, kafasındaki plakayla kendine yeni görevler inşa ederek ölümcül tutkularından uzak kalmaya çalışıyor. Zhao, tuvali epey çıplak bırakmış. Belli ki seyircisinden ana karaktere acımasını değil, onunla empati kurmasını istemekte. Kaldı ki bu amacına da ulaşıyor. Vahşi atların binicilerine öfkeyle saldırdığı yakın planlar, American Honey’den miras telaşsız olağanlık ve eril birey ile atlar arasındaki soyut bağı ekrana taşıyışı anlatısını epeyce güçlendiriyor. Öyle ki en budalaca eylemler bile bir şekilde karakterleri özümsemeyi başardığımızdan anlamlanıyor ve dökümantasyona varan üslup, modern Amerikan mitini albenili hâle getiriyor. Filmin 21. yüzyıl ABD’sine dair çok özel sayılabilecek gözlemlerinin, temel değişimlere ışık tutan dönüm noktalarının da coğrafya ya da kontekst fark etmeden evrensel bir hissi uyandırabilmesi en büyük artısı. Zhao, kameranın arkasında yok olmaya çalıştığı kadar esasında gizliden gizliye doğanın ve hayvanların da içine dahil olduğu büyük bir orkestrayı yönetiyor. Bir şef olarak görevinin üstesinden de öylesine başarılı bir şekilde geliyor ki sırıtan tek bir kare dahi bulabilmek mümkün değil. Görsel aldatmacalara pabuç bırakmayan bir izleyici olarak da bir kez daha Amerikan taşrasını mesken edinen bir filme geçit vermemi gizli hayranlığıma bağlayacağım sanırım. Muhitin oluşturduğu yalınlıkla göğün mavisine, toprağın alacasına kapılıyorum. Bir de yetmezmiş gibi dalınçın ağırlığını bırakmasına rağmen üstümüze, susuyorum. Çünkü karşılıksız bir sevgiyi gözlemliyor Zhao. Tepeleme bir melodramın peşi sıra koşarken rahatsızlık verecek zorlama kurgusallığa nadiren başvuruyor. Korku ve öfkeyle pekiştirdiği gerçeklik hissiyatının erişilebilir hâlleri de bana Aronofsky’nin yarı başyapıtı The Wrestler’ı hatırlattı açıkçası. Mickey Rourke’un parçalanmaya geri sayan güreşçisiyle, Brady Jandreau’nün hayalleri ve yaşamaya olan hevesi arasında sıkışıp kalması arasında ciddi benzerlikler var. Fakat burada hayata dair motivasyonlarını kamçılayan sorumlulukları da devreye giriyor esas oğlanın. Basit bir gönül koşturmacasından öte bitmiş ekonominin yarattığı geçim sıkıntısı ve buna bağlı olarak sahip olunamayan sosyal hakların da getirdiği kavranılması güç bir zindan söz konusu. Bu kadar övgünün üstüne vereceğim notu meşrulaştıracak bir argümana da ihtiyacım var galiba. Dolayısıyla okları son çeyreğe kadar ihtiyatlı davranmasına yönelteceğim. Finalin yarattığı kalp çarpıntısı, Brady Jandreau’nün deneyimsizliğini unuttursa da üstü kapalı bir belgesel üretirken bastırılmış lirizmin de frenlenmeye ihtiyaç duymadığı söylenemez. Fesat Mukayese: The Rider > Bonanza