Eleştiri

4 Film 400 Kelime (Tembelin Günlüğü V3.0)

Yayınlandı

on

Yıllardır sezon sonuna doğru izlediğim filmleri eritmek için Tembelin Günlüğü başlığı altında kısa yazdığım film yorumlarını iyice kırpıp topluca hallediyordum. Bu sezon miskinliğin b**unu çıkarmaya kararlıyım. Hakkında uzun uzun gevelemeye değmeyecek kötü filmleri “4 Film 400 Kelime” serilerinde toplayıp misyonumu tamamlayacağım. Böylece, sanki çok lazımmış gibi, izleyip de fikir beyan etmediğim film kalmayacak içinde bulunduğumuz sinema yılında. İlk konuklarımız D ve F bandından çıkamamış birbirinden vasat işler. Bir kısmını aylar önce tüketip, öf bunlar hakkında konuşsam ne olur konuşmasam ne olur diyerek erteledim. Bir kısmının da yakın tarihte tadına bakıp, seyir hevesimi bir güzel öldürdüm. E başlayalım bakalım bir yerinden…

Teen Wolf ile tanıştığım Dylan O’Brien uğruna, yapacak daha iyi bir şeyim yokmuş gibi izlemeye devam ettiğim Maze Runner serisi, üçüncü instalasyonu The Death Cure ile bir kez daha zekâ geriliği yaşatıyor. Mantık hatalarıyla doldurduğu havuzunda kendi yarattığı problemleri çözmekten bile aciz projenin kime hitap ettiğini bile çözemiyorum artık. Çünkü poz versin diye etrafa saçıştırılan minimal yetenekli yıldızları da otuzlarına merdiven dayadığı için o genç kız rüyası albenisi de yok oldu. The Hunger Games’in açtığı, Divergent’ın araladığı kapı artık kapansa da bu plaj romanı uyarlamalarından kurtulsak diyeceğim. Fakat bu üçüncü sınıf distopyayı izlemeyi tercih ederek kendim etmiş, kendim bulmuş oluyorum galiba. Ekstra bir kritiğim de yok. Sadece… berbat. [D]

Her romanın sinemaya uyarlanmaması gerektiğinin bir başka kanıtı da I Kill Giants. Kağıt üzerinde muhtemelen okuyucusunu dahil ettiği fantastik evren bir anlam teşkil etmiştir. Fakat ete kemiğe bürünmüş hâlinde düpedüz lise yıllarını gözüne kurşun kalemiyle dumanlı far yapan duygusal ergen hassasiyeti mevcut. Kötü planlanmış kadrajlarını kötü oyunculuklarla süsleyen yapımın zaten belli bir yaş aralığının üzerine hitap etmesi imkansız. Çünkü hem evrensel olmayan bir perspektifle hareket ediyor, hem de verdiği mesaj öylesine sakat ki dışlananı kucaklayayım derken farklı olmak için farklı olmayı alkışlamaya başlıyor. 2000’li yılların başından kalma bir CW dizisi muamelesi göstermemde beyazlatıcıyla yıkanmış kadrosunun da payı büyük. Kendi hür irademle izlemiş olmama göz devirerek bir sonraki kurbanımıza geçiyorum… [D]

Epeyce başarılı bir seri olduğuna ve hikâye anlatma sanatının en civcivli kısımlarıyla iyi eğlendiğine inandığım Cloverfield serisinin dalga geçilmeye müsait son halkası tam bir tren enkazı. Hayatımızda hiç film izlememiş, bu filmlerden birkaçında uzaya konuk olmamış, gerilim türünün temel özellikleriyle hiç tanışmamış olsak belki kutsayacak bir yeri bulunur. Fakat açılışı haricinde koca bir Karadeniz fıkrasını andırıyor The Cloverfield Paradox. Filmle ilgili kompleks olan tek şey adındaki “paradoks” ibaresi, öyle özetleyeyim. Basmakalıp fikirlerini inanılmaz pasaklı bir şekilde ortaya saçıp dağınık bırakmış senaryosu, iddia ediyorum, sinema tarihinin en baştan savma işlerinden biri olabilir. Gizlice çekeyim derken ilk taslağın üzerinde oynamayı unutmuşlar sanırım. [F]

Ve yazımı, babaanne üretimi Black Mirror’ın en kötü bölümünden bile daha monoton, yaratıcılıktan uzak, sinefilbro filmi Upgrade ile kapatıyorum. Fakir adamın Tom Hardy’si Logan Marshall-Green’in daha The O.C. yıllarında ne kadar kötü bir aktör olduğunu göremeyen sektör beni hayrete düşürecek şekilde bu adama roller vermeye devam ediyor. Yalnız Upgrade’i aşağı çeken tek şey bu beyefendi değil. Cyberpunk’tan bozma estetiğinde her şey yan sanayi: Olay örgüsü, setler, kullandığı teknoloji ve hatta verdiği mesaj. Capote varken Infamous seviyor muyuz? Hayır. The Prestige varken The Illusionist’in yüzüne bakıyor muyuz? Hayır. O zaman 100 yıla yakın bilimkurgu tarihi varken bu kokuşmuş “Yapay zeka diyorum, teknoloji diyorum oğlum! Sen, sen değilsin.” konseptli B filmini de görmezden gelelim mümkünse. [F]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version