Matteo Garrone’nin 2015 tarihli Tale of Tales sonrası ilk kez kamera arkasına geçtiği yeni filmi Dogman, Venedik’te yaptığı prömiyerden En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle dönmüştü. Karanlık, şiddetin kol gezdiği bir İtalyan sahil kasabasında geçen yapım, masalımsı bir manzarayı arkasına kondurup kırılgan erkek egosuna boyun eğip esir düşen bir adamı konu alıyor. Gündüzleri bölgenin köpeklerine bakım yapan, en vahşisinden en savunmasızına kadar her birine özenle ilgi gösteren ana karakterimiz kalan zamanlarını da uyuşturucu satışı gerçekleştirerek dolduruyor. Öyle naif, öyle sakin bir adam ki bu dışarıdan bakıldığında hayatında elinin köpek şampuanından başka bir kimyasala değdiğine kendinizi inandırabilmek pek mümkün olmuyor. Yalnız karıştığı sevimsiz alışveriş kadar buz tutmuş değil içi. Dolayısıyla hayalleri bir anda elinden çekilip alınınca ve ortalama koşulları kifayetsiz acılarla cehenneme dönünce o da havlamak, vahşileşmek zorunda kalıyor. Garrone’nin Dogman’i sözde çete dünyası ve sokak gangsterleri üzerinden tek bir kurumu eleştiriyor aslında. O da yere göğe sığdırılamayan, bacak arası iki erbeziyle edinilmiş genetik atanamayış… Erkeklik. İpinin bir ucunu kancasıyla doğuştan bir yere kondurulmuş, çevrenin tetiklemesi sayesinde salgılanan zehirle korkunç canavarlara dönüşen yaratığa geçiriyor. Diğer ucu da elinde, âdeta bir yo-yo gibi yere savurup falsolu hareketlerle dalgasını geçiyor. Filmin başlarında esas adamımız Marcello’nun ehlileştirilmeyen bir köpeği zincirleyip yıkamaya çalıştığı bir sahne var. Tüm meselesi dümdüz bir hâlde bu mini mizansende saklı zaten. Tımar edilemeyecek hırçınlığın kaynağını da aramaya gitmiyor ayrıca. Bulaşıcı bir hastalık olduğunun altını çizerek kafeslere tıkıyor, ıslak köpek kokan odalarda ukde olmuş hesaplaşmalarla intikam girişimlerinin reçetesini yazıyor. Hem dehşet verici bir şekilde gerçek, hem de sansasyonel bir güldürü kıvamında. Garrone o kadar farkında ki kokain gazlı adamlarının ıssızlığının, tek bir vuruş dahi eksik kalmıyor çöplük melodisinde. Yalnız Dogman’i bu kadar keyifli kılan sırf erkek olma durumunun yayını çıkarması değil. Bakmaya kıyamadığınız karelerle yeşillendiriyor balta girmemiş evrenini. Suç dünyasından, sembollerle evrensel bir taşlama çıkarmasında da bunun etkisi büyük diye düşünüyorum. İlle de kılı kırk yaracaksak eğer, filmin ortasında tüm mecazlardan yorgun düştüğünü söyleyebilirim. Biraz silkelenip incelemesini daha özenli hâle getirmeye gayret gösterse de finaldeki o eşsiz şafak rengiyle buluşturana kadar aynı cümleleri tekrar etmek zorunda kalıyor. Buraları da Marcello Fonte’nin göz dolduran oyunuyla ve Nicolaj Brüel’in renk paletiyle donatmış işte. Aydınlatma dersi tadındaki tüm iç mekan çekimleri filmin fiziksel performanslarının üzerine cila gibi geliyor. Yetmişlerden kopup gelmiş şiddet kokteyli. Batı ile geri kalanlar arasına sıkışmış David ve Goliath masalı. Daha ne diyeyim? Ah, aklıma geldi bak, filmi izlerken sürekli bunun Amerikan versiyonunu yaparlar mı diye düşündüm durdum. Hatta Garrone’yi altyazı okuyamayan cahil ABD, kendi filmini Amerikalı aktörlerle tekrardan çekmeye ikna bile edebilir dedim. O derece… Fesat Mukayese: Dogman > BBG Hacer-Erkekler