Yönetmen: Debra Granik | Oyuncular: Ben Foster, Thomasin McKenzie, Dale Dickey, Jeff Kober, Dana Millican, Alyssa Lynn, Ryan Joiner | Senaryo: Debra Granik, Anne Rosellini (uyarlama), Peter Rock (kitap) | 109 dakika | Drama
Amerikan bağımsız sineması kişiye özel travmalardan sebep, bıktım insanlardan, uzun uzun binalardan, kalabalıktan, kapitalizmden sayıklamalarına Leave No Trace ile bir yenisini daha ekliyor. Yakın bir tarihte Captain Fantastic adında, kör kör parmağım gözüne bir örneğini gördüğümüzden bu nükteli versiyonuyla bir nebze oh çektiren anlatının dönemeçlerinde ise ne yazık ki değişen hiçbir şey yok. Ait olduğu dünyaya ebeveyni sebebiyle baş sallayan bir kız çocuğu, savaştaki görevi tamamlandıktan sonra doğaya dönmüş bir baba ve devlet yetkilileri tarafından hayatlarının ters yüz edilişinin ninnisi. Görünüşte samimi, narin ve hesapsız. Ama daha çok anlamsız bir güzelleme kıvamında. Bu hikâyeleri perdeye taşıyan yönetmenler o kadar hayranlar ki bu radikal, tutkulu dönüşümlere, ne olursa olsun akıttıkları salyalarını gizleyemiyorlar. Leave No Trace’in neresinden tutarsanız tutun elinizde kalan hesap kitabında da engin yeşilliklerin içerisinde sürüp giden fakir ama gururlu hayat küçük heyecanlarla süslenilerek aman yarabbi her şey ne kadar da boş mesajının altı durmadan çiziliyor. Neyse ki cevabın ana karakterinin elinde olduğuna koşulsuz şartsız bir anlatıcı yok bu sefer kameranın arkasında. Dolayısıyla milisaniyeler kadar da olsa ara ara muhtemelliğine ikna oluyoruz. Tabii o çok sahte, ağızın kenarıyla oynanan şimdi ne yapacağız konseptli satranç oyunu baki. Bir tarafta sosyal hizmetler kılığına girmiş devlet baba, diğer tarafta da çabalamayıp kısa yoldan askerliği seçtiği için ağlamamızı isteyen bir savaş veteranı kostümüyle vatandaş var. Tir tir titreten, mavi – kırmızı – beyaz, elli yıldızlı hassasiyet masalı. Öyle ki post travmatik stres bozukluğu bile oyuncak olmuş elinde. Yok yok, ben düşündüğümden de çok nefret etmişim bu filmden. Yazıp zihin egzersizi yaptıkça fark ediyorum. Hayır, bir taraftan eleştirir gibi gözüktüğü ama sattığı yaban hayat o kadar yalan ki, nasıl seveyim zaten? Beni en çok üzen taraf da Winter’s Bone isimli yarı şaheserinde anlattığı insanlara gerçekten inandığını hissettirmiş olması Debra Granik’in. Şimdi hayatın seçtiği değil, bu hayatı seçenlere ilgi duymasına tahammül edemiyor da olabilirim. Fakat şu bir gerçek; Ben Foster çağımızın en yetenekli aktörlerinden biri ve Leave No Trace’in de tüm düzenbazlığına rağmen filmin işleyen tek parçası olmayı başarıyor. Düşünülmüş ve buna rağmen ekonomik davranılmış performansı onu sürekli kötü adam rollerine uygun gören kasting direktörlerine orta parmak niteliğinde. Yalnız övgülere boğulan Thomasin McKenzie için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. İstediği olmamış köpek yavrusu gibi gözlerini koca koca açıp dudağını bükerek konuştuğu her sahnede biraz daha uzaklaştım bu ölsem de bir, kalsam da bir, benim için yok bir farkı frijitliğinden. İşe daha da mizahi bir taraftan yaklaşayım mı? Gençler ben yeşil göremeyen bir renk körüyüm. Ve çocukluğumun büyük bir kısmı derdimi anlatamadığım ebeveynlerime beni her orman, kır, ova benzeri yere götürdüklerinde somurtarak geçti. Belki de tepkim dağa taşadır, ne dersiniz? Bu da serbest saçmalamam olarak buradaki yerini alsın. Hadi bir sonraki çayır çimen geze geze oooooo buluşmamızda görüşmek üzere! Fesat Mukayese: Gülşah (Aslan kaç para para pom) > Leave No Trace