Yönetmen: Ian Bonhôte, Peter Ettedgui | 111 dakika | Belgesel, Biyografi
Ailesinin büyük bir kısmı aynı sektörde olduğu için çocukluğunu showroomlarda uyuyarak geçirmiş biri olarak modayı en iyi ben anlarım demiyorum; ama ucu faşona (espri) değen her şey mecburen ilgimi çekiyor. Bu yersiz gözüken paylaşımımın arkasında McQueen’in esasında geleneksel bir belgesel olmasına karşın, beni alakalı olduğum bir başlıktan yakalaması sebebiyle beğendiğimi açıklama çabası var. Filmin özelinde konuşacak olursak… Alexander McQueen, moda dünyasının bugüne kadar gördüğü en büyük başarı hikâyelerinden birine sahip. Düşük gelirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, hayallerinin peşinden koşmuş ve geleneksel olmayan bir yoldan dünyanın en önemli moda okulu sayılabilecek St Martins’e girmeyi başarmış. Uluslararası pazardaki etkisi ortada. Bilhassa 21. yüzyılın başında piyasada karşılığını bulan her trendin arkasında bu dehanın parmağı mevcuttu. Dolayısıyla gelmiş geçmiş en kıymetli tasarımcılardan biri olduğunu iddia etmek hiç de abartı olmaz. Givenchy’daki varlığı, zamanında rakipsiz görülen Tom Ford’un onu Gucci moda evinin başına getirmesi, Issie Blow’la arasındaki adlandırması güç bağ… Bunların hepsi benim için leziz anahtar kelimelerle dolu tamlamalar; ama sizlerde nasıl bir etki yaratır bilmiyorum. O yüzden McQueen’i de bir belgesel olarak düşündüğümüzde direkt hitap ettiği kitleye ve bilhassa sanatın tüm kollarına ilgi duyan, sapyoseksüellikten de hakkına düşen payı alanlara önereceğim. Tamamen kronolojik bir sırayı izleyip dününü, bugününü ve sonunu aktarıyor film bizlere Alexander McQueen’in. Kurduğu her ilişkinin uzun vadede hayatına olan etkilerini incelemeye alıyor ve tek bir tarafı dinlemektense herkesi anlamaya çalışıyor, ki bu hayatta olmayan sanatçılar hakkında izlediğimiz belgesellerde oldukça nadir rastlanan bir durum. Biraz ölüm kavramıyla, hayatına son vermekle ilgili rotası da dokundu bana açıkçası. Hem biyolojik annesi, hem de kariyerinin anneliğini yapan Issie’nin ölümünden sonra düştüğü karanlık çukurda başarının her türünün tadına bakmış, hayattaki ideallerine ulaşmış olsa da bunları paylaşmayı arzu ettiği tek biri kalmadığı için etrafında, kolay yolu seçmesi boğazıma koca bir yumru yerleştirdi. McQueen’den Issie’ye, Yvonne Humble’dan Sophie Dahl’a kadar her bir üyesini büyük bir keyifle takip ettiğim o çevreyle ilgili bilmediğim bir sürü şey olması da değerli kılmış olabilir benim için bu yapımı. Filmin yönetmenleri, Ian Bonhôte ve Peter Ettedgui ikilisi disiplinli, sanatın moda ayağına ve yaratmaya değer veren bakış açılarını zamanında McQueen’in şovlarına da bolca müzik hazırlamış Michael Nyman imzalı melodilerle bu denli boğmasa biraz daha mutlu ayrılabilirdim başından. Ama her şeye rağmen, böyle bir dehanın yaratımlarına tanıklık edebilmiş , onunla aynı zaman dilimi içerisinde yaşamış olmak bile eşsiz bir haz veriyor bana. Film, varsın çok mühim bir mesaj vermesin. Ben klasik bir biyografiden alınıp perdeye aktarılmış, hatları fazlasıyla belli durağanlığında bile McQueen’in naifliği bize geçiyor diye düşünüyorum çünkü. Onu anlıyor, suçlamıyor, dışlamıyor, tanıyın diye uğraşıyor ve gözyaşlarını sağacak salt gerçeklerle sizi yalnız bırakıyor. Fesat Mukayese: McQueen > Nocturnal Animals