Yönetmen: Steve McQueen | Oyuncular: Viola Davis, Michelle Rodriguez, Elizabeth Debicki, Cynthia Erivo, Colin Farrell, Brian Tyree Henry, Daniel Kaluuya, Jacki Weaver, Carrie Coon, Robert Duvall, Liam Neeson, Garret Dillahunt, Manuel Garcia-Rulfo, Jon Bernthal, Coburn Goss, Michael Harney, Lukas Haas, Matt Walsh, Adepero Oduye, Ann Mitchell, Kevin J. O’Connor | Senaryo: Gillian Flynn, Steve McQueen (uyarlama), Lynda La Plante (dizi) | 129 dakika | Drama, Romantik, Suç
Steve McQueen’in şiddet bağlarında noir havalarını oynadığı yeni filmi Widows, namlusunun ucuna bugünün Amerikası’nı yerleştirmiş, yönetmenin “yakışıklı filmler” kulübünü andıran filmografisinde ana akıma en çok yaklaştığı iş olma özelliğini taşıyor. İçerisinde Gillian Flynn’in adının geçtiği her tekste mesafeyle yaklaşmayı tercih ediyor olsam da, Thatcher döneminin Britanyası’nda televizyonda boy göstermiş aynı adlı diziden uyarlama yapımın çok yönlü bir öyküsü var. Hem siyah film kaplattığı camın ardından tedirgin bir şekilde gerilimi, hem geçtiği coğrafyanın şimdisiyle ilgili problemlerinin her birine liberal perspektifinden dokunuşunu, hem de büyük kentlerde yaşamanın getirdiği dev yalnızlıkla boğuşmamızı izliyoruz esasında. Irkın, cinsiyetin, politikanın yabancılaştırdığı, toksinleriyle suçlu suçsuz, fakir zengin herkese tesir ettiği ölümcüllükte yaptıkları soygun sırasında ölen beyler, eşlerine istemsiz (!) ağır bir görev bırakmış oluyor. Suçun merkezindeki parayı yerine koymak için didinen dulları, sosyopatlığın sınırlarında gezen kötü adamları ve çeşidi bol kent eşkıyalarıyla Widows göz yumduklarımızın koleksiyonunu yapıyor kısaca. McQueen ve yol arkadaşı Flynn akıllarından geçen her şeyi organik bir şekilde Chicago’nun karanlığına cuk oturan öyküye yedirmiş. Varlıkları da öyle bir hissediliyor ki, tüm hikâyenin kırılma noktası olarak ele alınabilecek kasanın lokasyonu bile ortaya çıktığında McQueen’in kıs kıs güldüğünü duyar gibi oluyorsunuz. Kaba kuvvetin fiziksel olanına ekmeğini bandırması haricinde, siyasetin de esasında aynı ilkel içgüdüden beslendiğini savunan bir tarafı var Widows’un. Bu da yönetmenin neden anlatıcı olarak bu habitatı seçtiğini anlatmaya yetiyor. Hunger’ın hamlığı, Shame’in şehirdeki çıkışsızlığı ve 12 Years a Slave’in yönetmeni titizlikle lineer anlatıya ilave eden formülü bir arada. Nina Simone’un Wild Is the Wind‘iyle de pastanın üzerine son süsünü koyuyor Steve McQueen. Böyle gelmiş ama böyle gitmesinciliğini, ona yakışacak bir yerden tutup süslendiriyor. Politik kaygıları, daha önce yaptığı her şeyin üzerinde bir hâl alsa da birincilleşmiyor. Tabii bir taraftan da seksenler ahlakıyla çekilmiş filminde dolgu maddesi niyetine atıştırmalık fazlaca sahneye başvurduğu gerçeği var. Kendini ciddiye almamak konusunda zorlandığını esneksizliği açık ediyor. Toplumsal eşitsizliği kurban seçmeden taşlıyor, aman ne güzel derken, baştan savma bir finale yelken açıyor. Son çeyreğe kadar grafik mizansenlere bile başvurmadan kanımızı donduran adamın, her şeyin nihayete erdiği anda böylesine duygusallaşmasını anlamlandırabilmek de mümkün olmuyor dolayısıyla. Lakin pürüzlerini de görmezden gelmeden kucaklayabildim ben Widows’u. “Merhametli acımasızlığı” – evet bence tam olarak bu onun yaptığı – keşfedilmiş topraklarda tekerrür eden gerilim egzersizine de yaraşmış ne de olsa. Bir de buradan motivasyonunu anlayamasak da akıllarda yer edecek bir performans sunan Daniel Kaluuya’ya selam etmek gerek. Tüm etli rollerin kadınlara teslim edildiği bir platformda neden tüm spot ışıklarını çalıyor diye çemkirmek de mümkün; fakat soygunun pimini çekenlerden ziyade katalizör haydutluğu garip bir şekilde filmin lokomotifi oluyor. Sırf bu sebepten Kaluuya’nın işlevi sonlandığında Widows’un da epeyce kan kaybettiğini iddia edecek kadar ileri gidebiliyorum. En azından senaryonun sonrasını iyi idare edemediği konusunda hemfikir oluruz diye umuyorum. Fesat Mukayese: Widows > The Asphalt Jungle