Yönetmen: Christian Petzold | Oyuncular: Franz Rogowski, Paula Beer, Godehard Giese, Maryam Zaree, Ronald Kukulies | Senaryo: Christian Petzold (uyarlama), Anna Seghers (roman) | 101 dakika | Drama
2012 tarihli Barbara haricinde yeteneklerine vâkıf olmadığım Alman auteur Christian Petzold, zaman ve mekan kavramının ayarlarıyla oynayan, savaş psikolojisi etkisi altında birey olmanın buhranları üzerine fikir beyan eden taşyapıtı Transit ile karşımıza çıktı bu sinema yılında. Öyle hazırlıksız yakalandım ki Petzold’un alt tür prensiplerini hiçe sayan üslubuna, hem üzerimden teslim olmaktan pek hoşlanmadığım duygu yüklü bir ağırlık geçmiş gibi hissediyorum, hem de filmin özerkleşirken aynı zamanda evrensel bir perspektife yücelmesine duyduğum hayranlıkla yükselmelerimi sonlandıramıyorum. Anna Seghers’ın 1942’de yayımladığı romanından bir uyarlama bu şahsına münhasır, mucize olayazan film. Bugünün mülteci problemleri ile geçmişin cenk sonrası toplumunu bir araya getirerek post modern, ve hatta ele alış biçimi sebebiyle anti modern sayılabilecek, bir portre çıkarıyor. Yönetmenin ne vicdanınızdan, ne de göz pınarlarınızdan dilediği bir şey yok. Herkesin Mersin’e gittiğinin bilinciyle noir’dan makas alıp, atmosferi ya da olay örgüsünü birincilleştirmeden, neredeyse lineer fakat sinemasal hissiyle tesirini kuvvetlendirmiş bambaşka bir deneyim sunuyor önünüze. Herhangi bir insanca duyuyu hedef bellemeden icra edilmiş, planlı nümayişlere pek geçit vermeyen bir izleyici olsam da Transit’in muhattabından kendi pişirip kendi yemesini buyurduğu rafine edilmiş tekillik ve acımasızlık siyaseti hesaplı kabul edilemeyecek kadar erimiş anlatının içerisinde. Anakronist yaklaşımının getirdiği bir avantaj bu. Ama bunun haricinde hikâyenin özündeki kimliksizlik alıştırması da harbin körelttiği duygulardan ayrı değerlendirmeye alınabilecek, 21. yüzyıla dair mahir bir gözlem koyuyor ortaya. Sevmek, sevilmek sosyal bir toplum içerisinde henüz fert olarak bile değeriniz yokken neyinize diyen sorgusundan sığınmacı krizinden de öte, her türlü içsel bunalımın sağır ediciliğine de dokunduran tok bir yorum var. Sanki film, ve tabii Petzold, üzerinde hayaletlerin dolaştığı şehrin manzarasını etnik, cinsel ve benzeri sınıflandırmalar üzerinden ötekileştiren herkes için kullanıyor. Aradığı merhamet bile günümüzün Avrupası’ndan herhangi bir konuma ait olabilecek o sözde çok kültürlü keşmekeşlerin ötesinde bir yere konuşlanmış. Ve duyarsızlığımız, uzlaşmacılıktan yana olmayan tavrımızla ne kadar çırpınsak da varoluşumuza dair suallerin çıkmazına da köle olduğumuzun altını çiziyor. İşin garip olan tarafı, Transit’in kör gözüm parmağına benzerlerinin yarısı kadar taçlandırılmamış olması. Hâlbuki içi boşalmış istasyonları, yapıları ve hatta insanlarıyla bir anda tarihte yarım asır öncesinin tekerrürünü prova etmeye başlayan çağın dünyasıyla ilgili en çarpıcı müşahedeleri sıralıyor. Üstelik elinin ne kadar güçlü olduğunu da yüzümüze vurmadan icra ediyor bütün numaralarını. Demem o ki, alçak gönüllüğüyle çıktığı fetihten payına düşeni almış bir seyirci olarak da sezonun kalanını bu başyapıtı birkaç kişiye daha ulaştırabilmek için görev başında olacağım bilinsin. Bunun haricinde Petzold’un Barbara ve Transit ile birlikte tasarladığı üçlemenin son parçası Phoenix’i de ziyaret etmem gerekiyor sanırım. Orada da bilgi dağarcığımızın sınırlarını ucu bucağı olmayan üniversallığıyla süslüyorsa adını bir ömür boyu sayıklamama hazır olun! Fesat Mukayese: Transit > Son 10 yılın Avrupa sineması