Yönetmen: Jeremiah Zagar | Oyuncular: Evan Rosado, Raúl Castillo, Sheila Vand, Isaiah Kristian, Josiah Gabriel | Senaryo: Jeremiah Zagar, Dan Kitrosser (uyarlama), Justin Torres (roman) | 94 dakika | Drama
Yaş aldıkça iş yerindeki tempo sebebiyle bloga ayırdığı zamandan çalan hadsiz sinema yazarınız olarak, sezon başında bir hevesle yine izleyeceğimiz uyarlama filmlerin kitaplarını okuma kararı almıştım. Ama tabii hayat tokadı attı ve bir tek We the Animals’ı bitirdiğimle kaldım. İşin acı tarafı, Terrence Malick’in The Tree of Life’ına görsel referans vermekten heba olan bu lirik anlatı için efor sarf ettiğime de değmedi. Jeremiah Zagar’ın uzun metrajlı bir film için yönetmen koltuğuna ilk kez oturuşu değil bu. Filmografisi çeşit çeşit belgeselle dolu ve We the Animals’da da geçmişinin izleri epeyce hissediliyor. Şartlar aile bireylerini biraz hırpaladıktan sonra taşınılan evin tavan arasında bir kamera bulmak ve o kameranın içinde hiç izlenmemiş anlarla dolu bir kaset çıkması gibi yaklaşmış sanki meseleye. Görsel stilinde de o amatör disiplin varlığını sürdürüyor. İrili ufaklı sorunlar yaşayan bir anne baba ve onların üç çocuğuna odaklanıyor baktığı yerden. Sıradan düzenleri, onları diğer geleneksel ailelerden farklı kılacak ufak ayrıntılarla sekteye uğruyor. Ve hatta insan evladının doğasından türlü ama grotesk sayılamayacak manzaralar sunup içimizdeki vahşiliği resmediyor biraz da. Kitap, çocuklardan birinin eşcinsel olmasıyla (ki yazarın otobiyografisi gibi de değerlendirilmekte zaten) çok daha ilgiliydi. We the Animals’ın anlam biçtiği, atmosferini inşa ettiği gerçeklik ise biraz sapmaya uğramış. Domestik şiddet ve toksik maskülinitenin erken yaşta yol açtığı travmaları mercek altına almak daha bir hoşuna gidiyor. Lineer olmayan hikâye anlatma düzeninde de dönüp dolaşıp aynı temaların, mesajın altını çizmeye gayret gösteriyor. Yalnız çok da kompleks olmayan senaryo üzerine çok çene çalmanın da bir alemi yok. Zagar’ın içsel olana merakı tüm sualleri tek kalemde siliyor. Varını yoğunu ustası Malick’in 21. yüzyılda tekrardan ilham olduğu o narsist edebiyata bağlamış. Varoluşla ilgili problemlerinin hepsinde bir gösterişçilik var. Yani ne düşündüğü için değil, salt düşündüğü için kutlamamızı istiyor onu sanki. Bu tür öykülerde perspektifin sadece çocuklarla sınırlandırılması ve her şeyin onların baktığı yerden anlatılmasına büyük hayranlık duyuyorum. Çünkü kopuk kopuk parçalara dönüp yüzleştiğimiz korkutucu travmalar gerçek hayatta da benzer bir sürecin sonucunda belirginleşiyor zihinlerimizde. Fakat We the Animals’ın öyküsünde başka bir öge yok. Bir ailenin evine kamera koyulması ve binlerce saatlik birikmiş görüntünün piklerini kesip birbirine yapıştırmak ne kadar ilginizi çekiyorsa artık. Stilistik seçimlerinin tamamını da aynı rüya mizansene koptu kopacak bir iple bağlayan We the Animals’ın üflesek uçacak duygusallığına pek kanamadım kısacası. Fakat itiraf edeyim, romana karşı hissettiğim bağın sayesinde ilgimi ayakta tutmayı başardım final noktasına kadar. En azından her rolün doğru oyuncuya teslim edildiğini, kağıt üzerindeki ruhun çok benzer bir yansımasının seyirciye aktarılabildiğini kabul ediyorum. Gerisi beni buhranlara sevk eden Tumblr öğretilerinin koleksiyonu kıvamında bol bol görsel manipülasyon işte… Fesat Mukayese: We the Animals > Boyhood