Yönetmen: Drew Goddard | Oyuncular: Jeff Bridges, Cynthia Erivo, Dakota Johnson, Jon Hamm, Cailee Spaeny, Leiws Pullman, Chris Hemsworth, Nick Offerman, Xavier Dolan, Shea Whigham, Mark O’Brien, Charles Halford, Jim O’Heir, Manny Jacinto | Senaryo: Drew Goddard | 141 dakika | Drama, Suç
Drew Goddard tarafından yazılıp yönetilmiş Bad Times at the El Royale gizemli bir otelin motivasyonları birbirinden şenlikli sakinlerini konu alıyor. Nevada ile California eyaletlerinin tam sınırına yerleştirilmiş bu konaklama yerinde sıradışı vakaların sayısı bir hayli fazla. Fakat noir türünün DNA’sını taşıyan öyküsü böylesine zenginken ve örnek aldığı sinemacıları da tüm dünyaya haykırırken Goddard hevesli oyunbazlıklardan kaçınıp sadece iyi bir hikâye anlatmaya odaklanmış. Filmin arkasında böylesine güçlü bir seyirci desteği bulunması da sırf bundan sebep. Yetişkinler ne izleyecek sorunsalına kendince bir çözüm getirmiş kısacası. Hem ana akımın kurallarına göre oynuyor, hem de yapıdaki imzalarıyla modifiye edilmiş bir seyir sunuyor. İzlediğim günden beri de aynı soruyu tekrar ediyorum aslına bakarsanız: Bad Times at the El Royale, Tarantino kadınlardan nefret etmese ve eline makası almaktan korkmayan bir editör ile çalışsa ortaya çıkacak mahsul değil mi tam olarak? Kendi hâlindeki komploları, konu aldığı döneme yakışan ilham verici tasarım unsurları, kronolojik sıraya kasıtlı itaatsizliği, tansiyonu giderek yükselen kaos hâliyle Tarantino beyefendinin özlediğimiz formunu hatırlattı bana fazlasıyla. Yazdığı tekste olduğu kadar yönettiği filme de hâkim bir gencin, yolunu kaybetmiş ustasına boynuz – kulak mukayesesini hatırlatması gibi bir nevi. Tarihten kopardığı sayfaları da yalayıp yutmuş resmen Goddard. Kennedy’nin ismini vermeden onun da ziyaretçisi olduğu altmışların meşhur “kaçamak” yuvası Cal Neva’ya el sallıyor. Ve dönemin çalkantılı ikliminin de öylesine farkında ki konuk ettiği insanları mantık çerçevesine yakışan özgeçmişlerle teker teker ete kemiğe büründürüyor. Biraz da anlatmaya, konuşmaya, dillenmeye hayran bir film. Hollywood ürünü gibi duran efsanelerden (ya da dedikodulardan) bir çelenkle çıkıyor karşımıza. Altın çağda kapalı kapılar ardında biraz olsun ne olup bittiğini kurcalayan izleyici için altın madeni niteliğinde imalar mevcut. Övgülerim bitti mi? Bitmedi! Kolayca egemenliği kaybedilebilecek bir kargaşanın rollerini doğru isimlerle de eşleştirmişler ayrıca. Öyle ki yeteneklerini sürekli olarak sorguya çektiğimiz Dakota Johnson bile üstesinden gelebileceği bir görevle buluşunca büyüyor, Jeff Bridges ile Cynthia Erivo da yüzyılın eşleşmesi olarak hafızalarımızın sinemaya ayırdığımız kısmında kendine değerli bir yer buluyor. Müzik kullanımı konusunda da elini sıktıktan sonra direkt canımı sıkan kısma gelip köşeme çekilmek istiyorum: Bad Times at the El Royale’in tek büyük sıkıntısı hangi sahneyi nerede bitireceğinden tam olarak emin olamaması. Neredeyse her mizansende bu tereddütün izlerini bulmak mümkün. Öyle ki final ile tüyü dikip o ana kadar tek bir fazla sahne sıkıştırmadan, sırf tempo problemi yüzünden sarkıyor gibi hissettirmiş filmini tatsız uğurlamamıza neden oluyor. Hâlbuki orada gitmesek de, görmesek de, tüm mobilyaları kanlanmış lobisine dahi tav olduğumuz bir işletme var. Yetkinliğini tek kalemde silerek yersiz bir romantizmle vedaya kalkışmasa daha fazlasını da konuşuyor olabilirdik. Fesat Mukayese: Bad Times at the El Royale > The Hateful Eight