Dizi Eleştirisi

Game of Thrones (8. Sezon)

Yayınlandı

on

Yaratıcılar: David Benioff, D.B. Weiss (uyarlama), George R.R. Martin (roman) | Oyuncular: Peter Dinklage, Nikolaj Coster-Waldau, Lena Headey, Emilia Clarke, Kit Harington, Sophie Turner, Maisie Williams, Liam Cunningham, Nathalie Emmanuel, Alfie Allen, John Bradley, Isaac Hemsptead Wright, Gwendoline Christie, Conleth Hill, Rory McCann, Jerome Flynn, Kristofer Hivju, Joe Dempsie, Jacob Anderson, Iain Glen, Hannah Murray, Carice van Houten, Pilou Asbaek, Tobias Menzies, Daniel Portman, Bella Ramsey | 60 dakika | HBO

Topluca televizyon izleme, bir etkinlikmiş gibi yayın saatine bağlı kalma alışkanlığımızın dizi formatındaki son neferi Game of Thrones, her hafta hakkında milyonlarca şikayet okuyabildiğiniz altı bölümlük final sezonuyla ekranlara veda etti dün gece. Ufukta bir çizgiye dönüşen dev gemiye, genel şikayetlerin hepsine ufak ufak değinerek kendi fikirlerimi beyan edip güle güle diyeceğim ben de. Nereden başlasak… Şu “karakter gelişimi” safsatası ilk durağımız olsun. Efendim, herkesin kendine Pokemon seçer gibi bir karaktere körü körüne bağlandığı Game of Thrones’un dünü bugünü birbirine çok karıştı uzun yayın hayatı sebebiyle. Mirasını şok etkisi ve kerhane temalı bir takım mizojinist eylemler üzerine kurmuş, en başında ıslak ergen rüyası olarak dalga geçtiğimiz yapıma senaryo bakımından bir ustalık eseriymiş gibi davranılmasını asla anlamlandıramamıştım. Dolayısıyla yıllandıkça belli bir kalibreye ulaşan kalitesinden ödün verdiğini düşünmediğim sekizinci sezonla ilgili ama şu karakter bunu yapmazdı, yapsaydı da yedi yıla yayılı bir süreçte pişerek yapardı tadındaki yorumlara katıldığımı iddia edemeyeceğim. Prodüksiyon değeri olarak her bölümde birkaç kere başı arşa değen final sezonunun sıkıntısı belki yedi yılın en etli olaylarını altı bölümlük bir yere sıkıştırması olabilir. Ancak bu görüşü tamamen desteklemekte güçlük çekiyorum; çünkü sezonun içerisindeki majör hadiseler daha önceki yıllara ötelenseydi de büyük bir boşluğun içerisinde sabah akşam bürokrasi, entrika alt temalı sohbet ve muhtemelen Winterfell’in ayazında Brienne’li, Gendry’li soft porno izlemeye mahkum olacaktık. Özetle Dany’nin delireceğini, Sansa’nın başkaldıracağını, Jaime’nin kolay kolay hayatının aşkından vazgeçmeyeceğini göremeyenlere geçmiş olsun, zaten en başından diziyi takip edememişsiniz demek istiyorum. Ama ille bir sıkıntıdan bahsedecek, parmakla gösterip anamıza babamıza şikayet edecek olursak, mavi gözleri ekrana düştüğünden beri tedirginliklerden tedirginlik beğendiren Gecenin Kralı’na adanmış üçüncü bölüme sataşabiliriz. Burada yönetmenin tercihleri üzerine çemkirmeye bir ömür yetecek kadar malzeme vardı bana sorarsanız. Siyahın da siyahı bir paletin üzerinde televizyonlarımızın kontrast ayarlarını rezil rüsva eden bir takım yansımalar izleyip kör olduk hep birlikte. Üzülerek söylüyorum, o kadar gazladığınız savaş bir buçuk saatte bitti trenine ben de atlamadım değil bölümün hayal kırıklığıyla. Ancak geriye dönüp bakınca, yapbozun parçaları da yerine oturduğundan, daha ne olabilirdi ki diyorum. Merhametten yoksun tarafın birilerini tutsak alıp Jon Snowculuk oynayacak hâli yoktu. Toplu katliamın öteki ucunda dizinin bütün karakterlerini ölü olarak Cersei’ye karşı savaşırken izlerdik anca. Neyse, fantezi dünyamızı bir kenara bırakalım biz ve elimizdeki malzemeyi kendi potansiyeli üzerinden değerlendirmeye geri dönelim. Game of Thrones kolay kolay yeri dolmayacak epik bir televizyon anıydı ve bir noktada bitmesi gerekiyordu, doğru muyum? Lost haricinde (evet yanlış duymadınız) neredeyse her dizi finalinde olduğu gibi burada da ufak bir kekremsi tat bırakılmadı değil ağzımızda. Ancak kurduğu hikâyeye uygun gördüğü sonda her şeyi anlamlandırabildiğine, akışta sırıtmayan bir sebebe bağlayabildiğine inancım tam. O yüzden milyonların aksine (Belki sevmişlerdir bilmiyorum, artık Game of Thrones’u hayat amacı hâline dönüştürmüş tüm sosyal medya hesaplarını sessize aldım.) ben tatlı bir tebessümle tamamladım seyrimi. Sansa’nın dizinin kadın düşmanı izleyicisine sivilce patlattıracak alın yazısı da cabası. Ayrıca her daim bize Starklar’ı önemsemememizi buyuran D.B. Weiss ve David Benioff’un, Stark hânesine alışılmışın dışında ama tatmin edici gelecekler emanet etmiş olmasından ötürü de fazlasıyla mutluyum. Bihter Ziyagil kadar ikonik ölemeyen Dany de bir kez oturamadığı demir tahtı düşünür düşünür Drogo’yla cehennem kazanlarında partiler artık.
MVP: Sophie Turner (Sansa Stark)

1 Comment

  1. Metin

    22 Mayıs 2019 at 21:31

    Ben hikayedeki boşluklardan çok rahatsız oldum; ne oldu’dan ziyade nasıl oldu kısmı çok kötü işlenmişti. Şu şunu yapardı, yapmazdı değil ama iki sezonluk konuyu tek bölümde geçtiklerinde doyurucu olmuyor. Bir de fazlasıyla “deux machina” finali vardı; okul piyesi tadından yazılmış diyaloglar ve de zorlama açıklamalarla bitirebildiler diziyi. Lost gibi bir sürü soru ortaya atıp pek çoğunu cevaplayamadan alelacele bitirdiler. Düşünüyorum da Oz, The Wire, Avatar: The Lasy Airbender, Avatar: Legend of Korra, Penny Dreadful, Breaking Bad, Six Feet Under neden iyiydi; çünkü final yaptıklarında olayları bölümlere yaya yaya, yedire yedire bittiler. Bu dizilerin kimi çok kitch, kimi tamamen animasyon ama senaristler daha iyi hareket etmişler.

    Öte yandan kitabını okuyalım diyenlere de katılmıyorum. Bin tane karakterle sürekli gelişen hikayeleriyle sanırım yazar da nasıl bitireceğini bilemiyor; o nedenle hala yazıyor yazıyor ve yazıyor.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version