Yönetmen: James Bidgood | Oyuncular: Bobby Kendall, Don Brooks, Charles Ludlam | Senaryo: James Bidgood | 65 dakika | Drama, Fantastik
Avant-garde sinemanın kuir kümesine denk düşen Pink Narcissus’a film yerine “deneyim” yakıştırması yapmak daha doğru olur diye düşünüyorum. James Bidgood’un 1971 tarihli eseri, tek karakterini sıfır diyalog ve gökkuşağının bütün renklerini içeren erotik bir fantazyaya hapsediyor. Anlatısını cinsel uyanışın filizlendiği noktaya yakın bir yere konumlandırmış. Ancak burada kim olduğunu keşfetmekten ziyade kendi potansiyelinle tanışmak var biraz sanki. Belki de bu yüzden bir seks işçisi her şeyin merkezinde. Bugüne kadar başkalarının şehvet dolu hayallerinde oyunculuk yapan genç adam şimdi kafasının içindeki evreni keyfine göre şekillendirmek istiyor. Derin anlamlar yüklenecek metafor salatası yerine de ereksiyonu bir kelebeğin kanat çırpışına benzeten, erkek bedeninin güzelliğini en saf hâliyle perdeye yansıtabilmek için dirsek çürüten, olabildiğince yalın bir üslup benimsemiş. Tiyatroda kostüm tasarımcılığı ve haricinde fotoğrafçılık da yapmış Bidgood’un bir nevi özüne, klanına hediyesi gibi zaten Pink Narcissus. Ortadoğu’da bir şehzade, Bizans’ın elinde köle ve cennet bahçesinde nadide bir bitki oluşu motivasyonları çok da net olmayan jigolonun tercihi değil yani. Sadece Bidgood her kıvrımına aşk mektubu yazdığı aktörüne ciciler giydirip, bir oyuncak bebek gibi süsleyip püslüyor. Garip olan, zihninin kuytu köşelerinde herhangi bir hedef belirlemeden fink atan oğlanın plastik hayallerine davet edilmemiz. Hele ki bugüne kadar eşcinsel sinemanın sermayeyi sadece cinselliğe yatırıyor olmasından şikayetçi bir izleyici olduğum düşünülünce, bu eksperyansa eşlik edebilmemi şaşkınlıkla karşılıyorum. Gerçi Pink Narcissus bir saatlik süresi boyunca “Sizin için halüsinojen maddeleri kanıma karıştırıp tünelin ucunda ne var diye bakınacağım.” diye bas bas bağrınıyor. Benim ilgimi ayakta tutan bir diğer mühim kısım da filmin başlangıç ve kapanış için kaotik ormanı seçmesi. Belli ki benliğinin bu alegoriyle tam anlamıyla temsil edildiğine can-ı gönülden inanmakta Bidgood. Burada insanın içini kıpır kıpır eden renk cümbüşüyle mis kokulu çiçekler de var, insanı alıp karanlıklara sürükleyecekmiş gibi hissettiren devasa ağaçlar da var diyor. Gelmeden önce de kendi yansımasına baktıkça ateşlenen beyimizi, narsist doğası yüzleştiriyor. Hepsi de bizim kabilemizin fizyolojisinden anekdotlar. Sadece akla hemen gelmeyen yöntemlerle ifade edilmiş, kulağı tersten tutararak yedinci sanata uygun bir kıvama getirilmiş. Tekrar başa dönecek olursam; karşımızdaki kesinlikle bir film değil. Sanatın tatlı kollarında dinlenmeye koyulmuş, etiket kabul etmeyen bir “deneyim”. Seyircisini de uzaktan seçip buyur ediyor zaten içeri. İlle bir yapıcı eleştiriye girişeceksek de yine yolum eşcinsel bireylerin kimlik problemleri sadece penisin kontrolünde mi sorusuna düşer muhtemelen. Yalnız niyetini fazlasıyla belli etmiş, en direkt yoldan bedenini para karşılığı satan bir adamı merkezine kondurduğu için çok irdeleyemiyorum. Kaldı ki bu asit gezisinin sonunu getirebilmiş olmam bile, geçmişim düşünüldüğünde mucize. O yüzden çok sorgulamayalım, olduğu gibi bırakalım, yetsin. Fesat Mukayese: Pink Narcissus > Belle de Jour