Az laf çok iş gemisinin kaptanı Apichatpong Weerasethakul’un filmografisine ilk ayak basışım oldu Tropical Malady. Tam ortadan ikiye ayrılıp başka meydanlarda at koşturuyor gibi gözükmesine rağmen tek bir amaca hizmet ediyor bu filmi. İlk yarıda bir asker ile kalbini kaptırdığı, köyden bir oğlanın yakınlaşması var. İkinci yarıda ise ormanda henüz göz göze gelenin sağ kalmadığı kaplanı ortadan kaldırmak için verilen bir mücadele. Bulundukları toplumun içerisinde kafasındaki soru işaretleriyle bir şekilde var olmaya çalışan çiftin daha gönüllü yarısı düşüyor bir de bu ava, ki en nihayetinde kutsal yaratıkla buluşsun da tamamen kavuşabilsin kimliğine. Biraz da ifade biçimi LGBTQ+ bireylerin kendini kabullenme ve kalabalıklar içerisinde en başından farklı olduğunu bildiği benliğine yer arayışını işaret ediyor sanki. Gecenin karanlığına aldırış etmeden, beline kadar çamura bulanmış, açlık ve susuzluğun da ufak ufak yokladığı savaşında başkalaşımının nihayetinden habersiz bir tırtılın çarpınışları mevcut. Tabii Weerasethakul’un tek derdi kalın çizgilerle sınırları saptanmış cinsiyet ve yönelimlerin öteki tarafıyla değil. Ülkesine dair kaygılarını da en direkt yoldan olmasa da servis ediyor. Açılıştaki tüyler ürperten sahnenin vahşiliğinden sonra çok naif, minik ayrıntılara gizlenmiş bir aşka yelken açması kim hayvan, kim içgüdülerinin köpeği sorgusuna da hakkını veren bir cevap fırlatıyor. Sonu gelmeyen sert sevişmeler yerine sevdiğini düşündüğünü belli eden minik jestlere kalkışma, parmak aralarına kadar derisindeki tuzun terin tadına bakma daha bir anlamlanıyor bu tezatı vurguladığını fark edince. Bir taraftan da gerçeklik hissiyle vals ediyor Tropical Malady. Çoğumuz için ilk parçası hakikat, ikincisi daha hayallerin ürünü gibi dursa da tam aksini iddia edebilmek mümkün. İşte biraz da bu akıl oyunundan ne kadar keyif aldığınıza bağlı film ile ilişkiniz. Belki zamanında bir sinema salonunda seyretmiş olsam koltuğumdan kolay kolay kıpırdayamayacağım için daha iyi hapsolurdum Weerasethakul’un dünyasına. Ancak bilhassa ikinci yarının ortalarına doğru ciddi anlamda sarkma yaparak, o ilk parçadaki hüzünlü tebessümleri özletiyor. Bu dikkat dağınıklığını toparlamak için de esas marifetini finaldeki bir dakikalık sekansa saklamış. En başından beri lafı neden dolandırdığını bağıran, açık açık tüm filmi bu buluşma üzerine kurduğunu söyleyen bir çalışılmışlık cilası çıkıyor karşımıza. Mesele finale gelebilmekte yani. Benim merak ettiğim bu konsept bambaşka aşk hikâyelerine de uyabilecekken neden eşcinsel bir çifti tercih ettiği. Bireyi ister istemez tüm niteliklerinden ayırıyor, çırılçıplak bırakıyor çünkü oyunbazlıklarıyla. Ama “Call Me by Your Name heteroseksüel bir çifti anlatsaydı bu kadar konuşulmazdı.” gibi aptalca bir sualle de kimseyi hayatından bezdirmek istemiyorum. O yüzden çok irdelememek en mantıklısı. Sadece varlığını bildiğim, adını Google yollarına düşmeden ezberden yazabildiğim, ancak tek bir filmini dahi izlemeye yeltenmediğim bir yönetmeni daha aradan çıkarabildiğim için mutluyum. Darısı şimdi aklıma gelmeyen diğer modern ustaların başına… Fesat Mukayese: Tropical Malady > The Jungle Book