Yönetmen: Hettie MacDonald | Oyuncular: Glen Berry, Scott Neal, Linda Henry, Ben Daniels, Tameka Empson, Jeillo Edwards, Anna Karen, Sophie Stanton, Julie Smith, Terry Dugan, Garry Cooper, Daniel Bowers, Meera Syal | Senaryo: Jonathan Harvey (roman & uyarlama) | 90 dakika | Komedi, Drama, Romantik
İngiltere’de televizyon denince akla gelen ilk isimlerden Jonathan Harvey’nin romanını yazıp, bir de beyazperde adaptasyonunu senaryolaştırdığı Beautiful Thing, gençliğinin baharındaki iki genç adamı konu alıyor. Biri kendiyle daha barışık, diğeri henüz sahip olduğu hislere isim koymamış bu iki arkadaş belli sebeplerden aynı evde ve hatta aynı yatakta uyuyunca o yaşta mümkün olabilecek keşiflerin en büyüğü de beraberinde geliyor. Dudaklar buluşmadan ve buluştuktan sonra kendi kimlikleriyle barışı sağlamak, birini sevebilmenin yolunun hele ki kuir bir bireysen önce kendini sevmekten geçtiğini anlamak üzerine kurulu yolculuklarında da irili ufaklı tümsekler var tabii. Bu kimi zaman ağzını torba eyleyip bükemediğiniz çevre oluyor, kimi zamansa kendi gerçeğini sakınmak zorunda kaldığın aile fertlerin. İşte tüm bu öz buhranın etrafında fink atarak, her rengarenk bireyin ucundan da olsa mutlaka yaşadığı krizin kendince açılımını yapıyor Beautiful Thing. Kameranın arkasındaki Hettie Macdonald, dönemin ada sinemasının bütün karakteristik özelliklerinden kendine bir oyun alanı oluşturup, kartlarını buna göre dağıtmış. Görsel olarak ve tabii hikâyenin kendi içerisindeki dengesi üzerine düşünüldüğünde şehrin orta yerinden bir peri masalı olarak etiketlenen Beautiful Thing, Britanya kanını son damlasına kadar akıtıyor. Biraz zorlarsanız Ken Loach’un gerçekçiliğinden izler bile bulabilmek mümkün. Çünkü öykünün işleniş biçimi içerisinde Güney Londra’nın sosyal manzarası da mevcut. Yapay bir arka planla birlikte seyircisine yalan söylemektense içinde yaşadığı toplumun dertlerine, işçi sınıfının sonu gelmeyen mücadelelerine hakim bir netlikle hareket ediyor, ki Beautiful Thing’i güçlü kılan da bu. Çünkü her ne kadar fazlasıyla masum hislerin arkasına saklamış olsa da bu gençliğinin baharındaki ikilinin kabuğundan çıkışını, çok orijinal bir perspektifle görevini yerine getirdiği söylenemez. Daha çok, bundan 20 sene evvel kendinden bir parçayı görmek için hevesle yanıp tutuşanların romantizmine oynuyor. Ne iyi yaşlanmış, ne de LGBTQ+ sinemasında bir çığır açmış kısacası. Neredeyse her yazıda dönüp dolaşıp aynı yere geldiğim için sizin de sinirlerinizi bozuyorum farkındayım ama, bu sıradanlık sebebiyle Beautiful Thing’i cezalandırmayı da uygun bulmuyorum bir taraftan. Asırlardır heteronormatif, karakterlerin isimlerinin değiştiği ve aynı temel üzerine inşa edilen romantik komedileri izlediğimiz için, bu yol haritasından kopya çeken eşcinsel temalı birkaç “ortalama” yapımın hele ki doksanlarda karşımıza çıkmasına itiraz etmek ukalalık olur. Sadece realizmin pençesinde verdiği savaş beyhude. Belli ki ülkesini tanıdığı kadar basit iletişim kurallarından habersiz. Dolayısıyla, başrollerinin sınırlı yeteneklerini de göz önüne alınarak, canını çıkarmadan bırakıyorum Beautiful Thing’i kendi hâline. Ömrünün en zor yıllarında uzaktan göz kırpabildiği nesillere ilham olması bile yeterli zaten, fazlasında gözümüz yok. Sadece şunu düşünmeye başladım Pride Boy seçkisi sayesinde; doksanlar kuir sinema için ciddi bir geri adım olmuş. Açıldıklarını zannederlerken içlerine kapanmışlar. Özellikle ana akım sinemaya ürün veren, ana dili İngilizce olan endüstrilerdeki durum bir hayli vahim.