Pride Boy
#PrideBoy: Carol
Piyasadaki bağıra çağıra kuir ve azıcık ucundan homoerotizm koklatan bütün filmlere yaptığım gibi Carol’ı da ilk izlediğim günden beri birkaç temel özelliği sebebiyle The Talented Mr. Ripley’e benzetiyorum. Hani ulaşılması güç gibi duran, hayatınızın üzerinden geçip sizi pestile çeviren, çoğu zaman sahip olduğunuza şaşırdığınız birileri olur ya (yazar burada ömrünün büyük bir kısmını yemiş bir ilişkimsiyi işaret ediyor)… Ripley için Dickie nasıl tam olarak buyduysa, Therese için de yaptığım tanım harfiyen yerine oturmamasına rağmen Carol o büyülü kimse. Ellili yılları mesken etmiş, New York’u da âdeta bir karakter olarak kullananlar kulübünün parçası diyebileceğimiz Todd Haynes harikası, kimliğiyle yeni yeni tanışan genç bir kız ile hapsolduğu evliliğin zincirlerini kırmak için üstün bir mücadele veren bir tanrıçanın – teşbihte kusur olmaz – aşkını konu almakta. Bu aşk kelimesine özel olarak bir parantez açmazsam da aklım kalır; çünkü LGBTQ+ sinemasının en yorucu özelliği kimliklerimizi cinsel açlıkla sınırlandırarak bunun ötesinde bir karakterimiz olamayacağını ima etmesiydi bugüne kadar. Yeni yeni üçüncü boyutu bacak arasındaki bir et parçasından ibaret olmayan eşcinseller görmeye başladık. Carol da not düştüğü sayfaların tarihine derin bir saygıyla, dört duvar arasındaki hapisinden henüz çıkamamışlarının mahremine girerken anlatısını tensel friksiyondan ziyade hislerin üzerine kuruyor. Bir de Haynes’in sinemasında melodrama yüzünü dönmekten sebep bir kuirlik var zaten. Ana karakterlerimiz iki lezbiyen kadın olmasa bile klasiklerin arasına girecek cinsten bir ilişki kuruyor seyircisiyle. Mara, kendimizi yerine koyabildiğimiz fâni. Blanchett ise saçından eldivenine, bakışından çalımına bütün detayları ince ince tasarlanmış doğaüstü bir varlık. Patricia Highsmith’in (Evet evet, Mr. Ripley’i de o yazmıştı!) romanı özünde de aynı denklem üzerinden mi yürüyor bilmiyorum; ama Haynes nasıl bir ayar çekmiş olursa olsun karşımızda perdeye çok yakışan bir uyarlama var, bundan eminiz. İki aktrisinin yüksek kalibredeki oyunları, görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın her karesi çerçevelenmeyi hak eden işçiliği ve tabii Carol’ın genel hissiyatıyla paralel bir duygu silsilesi yaşatan Carter Burwell imzalı müziklerle yedinci sanatta kusursuzluğun tadına varıyoruz tümden. Yıllar sonra bütün dikkatimle yeni bir cila çekişimde beni içerikten çok görsel hikâye anlatıcılığına duyulan tutkunun etkilediğini de eklemem gerek. Finaldeki doruk noktasına kadar ilmek ilmek işlenmiş bir sanat eseri önümüzdeki. Yazının başına da dönecek olursam, Ripley’nin aksine burada ucu açık bir geleceğe yelken açılıyor olmasına karşın o ölümlünün tanrıçayla bir şansı olabileceğini görmek de çok özel bence. Yıllar kavurdukça denkleştiren, basit bir dönüm noktasıyla kader değiştirmeyen bütünü tarifsiz bir etki yaratıyor zaten. Yazarken ağız dolusu iltifatları arka arkaya sıralamayı epey kolaylaştırdığı düşünerek, seçki boyunca sıkça kullandığım “taşyapıt” sözcüğünü buraya da gönül rahatlığıyla iliştireyim son olarak. Darısı Carol’ını arayan bütün Thereseler’in başına.