Blue Is the Warmest Color’ın Cannes’daki prömiyeri sonrası Abdellatif Kechiche önderliğinde başlayan sosyal medya ve sezon fetihi daha dün gibi aklımda. Sonrasında kariyerinin diğer anlı şanlı üyelerini incelemeye almama da ön ayak olmuş bu başarı, zamanında LGBTQ+ sineması için de önemli bir dönüm noktası olarak kabul görmüş ve eleştirel anlamda zirveye ulaşmıştı. Yalnız ilk ziyaretimizin altı sene sonrasında geçmişe dönüp baktığımda, Kechiche’in toplamda 20 dakikayı bulan sevişme sahneleri için iki başrol oyuncusunu 10 günlük hummalı bir çekim sürecine tabi tuttuğu gerçeğini de göz önünde bulundurarak bir değerlendirmeye almak istedim kendime olan saygımı yitirmemek adına. Ama bilin bakalım ne oldu? Ciddi anlamda pornografik bir amaca hizmet eden, prostetik vajinaların uzun uzun kullanılarak gözümüze sokulduğu yatak döşek seanslarına rağmen Adèle ile Emma arasındaki aşk yine ezdi geçti beni. Tarafları kimliğini çözmüş ve çözmek üzere olan iki kadını buluşturan La vie d’Adèle (filmin orijinal adı), kuir sinemanın kolay kolay ulaşamadığı bir yere dokunuyor. Esasında çok daha genişletilmiş, arayış egzersizinde türlü yollara başvurulmuş bir Call Me by Your Name edasında. Ancak burada çuvallamaktan korkmayan, korksa da kaderinden kaçamayan bir esas karakter var. Ve her ne kadar klanımızın hikâye anlatımında hormonlarla hareket eden sağlıksız yaklaşım ayakta dursa da o kadar iyi anlıyor ve anlatıyor ki konu edindiği ikiliyi, toz konduracak bir başka element bulamıyorum. Adèle Exarchopoulous ve Léa Seydoux’nun kusur barındırmayan yüksek kalibredeki performansları bir kenara dursun, yapım sürecinde maruz kaldıkları ve muhtemelen anca içinden çıktıkları anda kavrayabildikleri mental baskıyı görmezden gelebilmemin sebebi de sırf eşcinsellere biçilmiş bütün klişeleri yerle yeksan edebilmesi. O kadar saf bir sorgulama var ki özünde, Exarchopoulous’un sanki üzerine çok çaba sarf edilmemiş gibi duran, eforsuz oyunuyla etkisi demlendikçe büyüyor. Tutku ve toyluğun aynı bedende buluştuğu zaman aralığından büyüme eylemine dair pek çok şey izlediğimizin farkında olsam da kısmen spesifik bir dizi olay üzerinden ilişkilerin karanlık yüzüne dair mümkün olabilecek en hakikatli dramı sağıyor Kechiche. Zaten sinemasının bütün gücü burada. Minik ayrıntılarla güçlenmiş buhran tasvirleri ekrandan bile insanın canını yakabilme kudretini barındırmakta. Blue Is the Warmest Color da artık zanaatinin doruk noktası. Sözün özü, bir dizi itiraf gibi duran yazımın sonunda bazen sanatı sanatçıdan ayırabilme ikiyüzlülüğünde bulunduğumu fark etmiş oldum. Keşke hiç bu evrenin bir parçası olmasam, filmleri dümdüz izleyip köşeme çökebilsem dediğim yerdeyim. Ama o zaman da bağıra bağıra Exarchopoulous destekleyemeyecek, yönetmenin kariyerinin ilk aşamasındaki şaheserlerle buluşamayacak, belki kilitlerini elceğizlerimle yaptığım dolabımdan uzun süre çıkamayacaktım. Her şeyin sebebi var diyelim, daha fazla tepki çekmeden oyun alanını terk edelim. Ben zayıf kaldım, pes ettim, gözyaşlarımın etkisiyle kapıldım gittim diyelim, olsun bitsin.