Yönetmen: Julius Onah | Oyuncular: Kelvin Harrison Jr., Octavia Spencer, Naomi Watts, Tim Roth, Brian Bradley, Andrea Bang, Norbert Leo Butz, Marsha Stephanie Blake, Noah Gaynor, Omar Brunson, Christopher Mann | Senaryo: JC Lee, Julius Onah | 109 dakika | Drama
Tiyatro sahnesinden adapte edilen ya da uyarlanmasa bile o kontekste uygun metinler hakkında neler hissettiğimi defalarca tekrarladım Oscar Boy sayfalarında. Mübalağalı öğretileri, varoluş çıkmazlarını kitaptan okur gibi şakıyan karakterler “bence” beyaz perdeye hiç yakışmıyor. Çünkü bu tür tekstlerin oyuncular tarafından üstüne kona kona, belli bir ivmeyle servis edilmesinin her iki taraf için de daha kârlı bir buluşma olduğu düşüncesindeyim. Ama elbette sektör oturup Umur ne düşünüyor diye kararlar alacak değil. En son The Cloverfield Paradox isimli fecaati yönetmiş Julius Onah’ın ellerinden çıkma Luce da (Lus diye okunuyor.) niye bu öyküyle sinemada muhattap oluyoruz sorularını sorduran cinsten bir başka enkaz. Amerika’daki ırkçılığın sadece gözle görülür bir ayrımdan, nefret suçu başlığı altına sığınmış hadsiz demeçlerden ibaret olmadığını artık hepimiz biliyor ve bu konuya parmak basan filmleri, dizileri de bolca tüketiyoruz. Beyaz olmayana kendi habitatında yer ayırırken en mükemmelini bekleyen, kimsenin talep etmediği hoşgörüsünü toplumun öncelikli kesmi tarafından belirlenmiş normlara saklayan bir düzen mevcut. Adını ana karakterinden alan Luce’ta da beyaz bir ailenin savaşın devam ettiği bir üçüncü dünya ülkesinin orta yerinden çekip aldığı ve örnek bir insan olarak yetiştirdiği evlatlarının üniversite çağına birkaç adım kala tıkandığı bir çıkmazın gözlemi yapılıyor. Büyük acıların ve zulmün orta yerinde büyümüş esas oğlanın ömrü “Doğuran mı, yoksa büyüten mi anne?” sorusunun biraz daha oynanmışıyla sınanıyor: Doğduğun mu, yoksa büyüdüğün yer mi kimliğin? Bireylerin herhangi bir kavramın ya da niteliğin sentezi olmasına asla izin vermeyen, akla karayı birbirinden ayırmaya pek düşkün orta üst profile ait pek Amerikan görüşün sınavında şiddete meyil, kimin ne kadar kusurlu olduğu sualiyle vals ediyor. Kelvin Harrison JR ve Octavia Spencer, bahsi edilen kesimdeki spektrumun iki ucu değil belki ama burada farkında olan ile farkında olsa da ateşle oynamayı tercih eden taraf olarak alışılmışın dışında bir başkaldırıyı izlemeye koyuluyoruz. Kabul etmeliyim, kağıt üzerinde pek cazip Luce’un dertleri. Her şeyin politik olduğuna dikkat çekmesinden tutun, biraz da beyazı siyahı fark etmeksizin suçluluk duygusuyla icra ettiklerimizin ikiyüzlülüğü üzerinden toplumun bütün katmanlarına çemkiriyor. Ancak pek çiğ işte bütün bu müsamere. Kurduğu cümlelerden herhangi birinde reele dair kıvılcım yok. Tüm cümleler manifesto, herkes roman yazarı, vicdanlar makine gibi takır takır çalışıyor. İnsanoğlunun karanlığa saklanmış yüzüne bu kadar kafayı takmış bir filmin de insana dair tek bir duygu barındırmaması, dümdüz bir beyin fırtınası (üstelik çok iyi bir egzersiz de yok ortada) can sıkıcı. Bilmediğimiz bir şey söylemediği için de suçlayacak değilim. Sadece, daha önce duyduklarımızı hiç incelik barındırmayan, nüanssız bir senaryoyla öksürük şurubunu içmek istemeyen çocuğun ağzına tıkar gibi çenemizden akanlara kadar sıyırarak yedireceksen bari midemize indirdiğimize değsin. Yok ben oyuncularıma nasıl üstüne basa basa performans gösterilir şovu yaptırdım diyorsan, orası başka tabii.