Yönetmen: Martin Scorsese | Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Ray Romano, Bobby Cannavale, Anna Paquin, Stephen Graham, Harvey Keitel, Stephanie Kurtzuba, Kathrine Narducci, Lucy Gallina, Welker White, Jesse Plemons, Jack Huston, Domenick Lombardozzi, Paul Herman, Louis Cancelmi, Gary Basaraba, Marin Ireland | Senaryo: Steven Zaillian (uyarlama), Charles Brandt (kitap) | 209 dakika | Drama, Biyografi, Suç
Sinemayı bitirdiği iddia edilen Netflix, stüdyolar tarafından üretimlerinde özgür bırakılmayan vizyonerlere hak ettikleri konfor alanını sağlamaya devam ediyor. 2010 yılından bu yana Robert De Niro ve Martin Scorsese’nin ortak projesi olarak sıklıkla adını duyduğumuz, tarihin okyanusun bu tarafında bilinmeyen sayfalarına adını yazdırmış Jimmy Hoffa’yı konu alacağını bildiğimiz The Irishman, iki yıl süren uzun prodüksiyon sürecinin nihayetinde ete kemiğe büründü. Film izleme alışkanlıklarımızı değiştirmiş streaming servisi sayesinde tüm dünyada aynı anda seyirci karşısına çıkan yapım, büyük usta Scorsese’yi eski dostları De Niro ve Joe Pesci ile buluşturduğu gibi, aynı zamanda da Al Pacino ile ilk kez bir araya getiriyor. Filmografisine birer ikişer sığdırdığı gangster filmlerinin en cilalısı, en epik ölçeklisi ve tabii en uzunu olma şerefine erişen filmle ilgili söylenebilecek pek çok şey var. Ancak her şeyden evvel Martin Scorsese için bir olgunluk ve son bahar eseri demek doğru olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü evvelinde kırılgan erkek maskülinitesinin şimdisinden dışarı taşmayan duruşu yerine, ellilerin sonlarından yetmişlere kadar aktif bir şekilde çalışmış birinci nesil göçmen mafyasının bağrından, İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini üzerinden atamamış Amerika’yı da arka plana yerleştirip daha insan kokulu bir perspektife taşımış kamerasını. Scorsese bu sefer olaylardan çok yolculuğun bütününe odaklanıyor, tüm parçalar da bitiş çizgisine geldiğinizde bir anlam kazanıyor. Uyarlandığı roman kimi uzmanlar tarafından, vakti zamanında sendika liderliği de yapmış, Kennedy hükümeti ile sorunlu bir ilişkisi bulunan Jimmy Hoffa’nın cinayeti/ortadan kayboluşu hakkında yalan beyanlarda bulunuyor diye eleştirilse de kurgusal evreninde iddiaların merkezindeki tetikçisi ile kim ve ne için sorularını sorduğu bir hayatın nabzını tutuyor, hem de neredeyse tam bir yaşam çemberi çizerek. Dünyanın kimseye kalmayacağını dümdüz ifade edebilecekken bu kadar uzun bir yolu seçmesi kimilerince yorucu bulunabilir tabii. Fakat asla doymayan egolar tarafından alınan infaz kararlarının havada uçuştuğu kanlı geçmişte Scorsese bir hikâye anlatıcısı olarak da egzersiz yapmaya girişmiş zaten, lafı dolandırmasının sebebi bu. O yüzden yeri geliyor yaş teknolojisinin yeşil ekransız sokaklarında ilk kez cirit attırıyor, yeri geliyor devasa bir setin ortasında nostaljik taksileri kanallara iteleyerek sinema için ne paralar yakıldığını en ön sıradan izletiyor. Yani kendisiyle buluşmamızın ne bizi bu dünyadan tam olarak koparmasına izin veriyor, ne de şov yapmaktan çekinmediği gösterişçiliğiyle bütün bir etkinlik suretine bürünüyor. Gerçi final bloğunda De Niro’nun karakteri Frank Sheeran’ın biriktirdiği hatıralar üzerinden daha sinemasal bir yüzeye adım atıp, insan etkeninin varlığını hissettirerek biraz dengemizle de oynamıyor değil. Bu şehir eşkiyalarının (!) şiddete olan bağımlılıklarının beslendiği yeri de güzellemeden motivasyonlarını gösterdikten sonra, hiyerarşide kendisinden önde gelen herkes bilinmeyene göçünce, cebinde sadece hayal kırıklığı hediye ettiği evlatları ve yıpranmış bedeni kalanı esas adamını, kendi sebep olduğu kaçınılmaz esaretiyle yüzleştiriyor. Adı konmamış gangster filmleri serisine de tadı damaktan kolay kolay silinmeyecek bir nokta koyuyor böylece Scorsese. Her dekat için temin ettiği minimum bir taşyapıt kuralını 2010’lu yılları kapatmak üzereyken The Irishman sayesinde de bozmamış oluyor. Haricinde söylenecek de çok şey var esasında ama sohbeti başka yerlere de bölüştürmek, yazının sonuna kadar gelmişleri daha fazla sıkmak istemiyorum. Yoksa Anna Paquin’in sessizliğinin belki çok farklı bir yerden tutulabilecek iken Scorsese’nin titizliği sayesinde hikâye için kilit anlatım tercihlerinden birine dönüşmesi üzerine konuşabilir, ya da Joe Pesci’nin bugüne kadarki performansları içerisinde görüntüde küçük, ancak muhtevada en büyük işini çıkardığından da bahsedebilirim. Al Pacino’yu 2000 ve sonrasındaki mübalağaları için affetmemden, De Niro’nun katlanarak büyüyen oyunundan, Schoonmaker’ın film okulunda öğretmelik kurgusundan ve Robbie Robertson’ın şimdiden eskittiğim tema müziğinden… Tamam, tamam sustum. Filmi izlediğini kanıtlamaya çalışan yazılardan birine dönüşmesin, bana neden bu sanat dalını çok sevdiğimi hatırlattığı bilinsin yeter.
Aslında bir de 1992 yapımı Hoffe filmi var. Jack Nicholson bu rolüyle Roger Ebert’in övgüsünü ve aynı anda hem Altın Küre hem de Razzie adaylığını almıştı. Bence çok da ıyi oynuyordu. Yonetmen ilginç bir şekilde Danny de Vito idi. Ona da göz atmak isteyebilirsin.
Metin
1 Aralık 2019 at 08:08
Aslında bir de 1992 yapımı Hoffe filmi var. Jack Nicholson bu rolüyle Roger Ebert’in övgüsünü ve aynı anda hem Altın Küre hem de Razzie adaylığını almıştı. Bence çok da ıyi oynuyordu. Yonetmen ilginç bir şekilde Danny de Vito idi. Ona da göz atmak isteyebilirsin.