Yönetmen: Tom Harper | Oyuncular: Jessie Buckley, Julie Walters, Sophie Okonedo, Jamie Sives, Craig Parkinson, James Harkness, Janey Godley, Daisy Littlefeld, Adam Mitchell, Ryan Kerr, Nicole Kerr | Senaryo: Nicole Taylor | 101 dakika | Drama, Komedi, Müzik
Glasgow’u kendine mesken edinmiş Wild Rose’un laboratuvar ortamında sırf benim için yaratıldığına dair şüphelerim mevcut. Çünkü country müzik, Birleşik Krallık ve Kacey Musgraves’ten ufak bir cameo barındırmakta bu koca yürekli minik bağımsız. Perdeyi henüz 23 yaşındaki Rose-Lynn’in hapisanede geçirdiği bir yılın ardından dışarıya çıkışıyla açıyor önce. Aldığı yanlış kararların sadece dört duvar arasında zaman kaybetmesiyle sonuçlanmadığını, bu küçük yaşında iki tane de evlat sahibi olarak hayallerini askıya almak zorunda kaldığını öğreniyoruz çocukları emanet ettiği annesinin evine gittikten sonra. Ancak ailesi içerisinde herhangi bir titre ait hissetmediği gibi, doğduğu topraklara da yabancı bir müzik türü ile ilgileniyor bu genç kadın. Zaman, mekan, şartlar onu Nashville’de basılmadık yer bırakmamış bir country yıldızı olmaktan alıkoymuş olsa da henüz kaderine boyun eğmesi gerektiğini de tam anlamıyla kabul etmiş değil. Dolayısıyla Wild Rose’un işçi sınıfına tabi, ayrıcalık sahibi olmayan bir kalabalığın temsili olarak yorumlanması mümkün. Rose-Lynn’in idealleri pek sıra dışı olsa da sahip olduğu koşulların sınırlarını zorlama cesaretini gösteren herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir karakter. Yalnız filmin marifeti bununla sınırlı değil. Bir kuşak çatışması nihayetinde, anne – kız üzerinden dünün ve bugünün dünyasına dair bir şeyler de söylüyor. Yutkunup kenara atılmış toz pembe rüyaların ete kemiğe bürünme ihtimaline daha yakın olduğu çağdaş düzen üzerinden sosyal düzeni de az buçuk kurcalıyor. Küçük balığa yardım edince kendini değerli hisseden üst tabakası, kurbanı olduğu gelenekselci ebeveynliğin aynısını kendi evladına uygulamak istemeyen bir anne ve Glasgow’dan Londra’ya aynı ülke içerisinde yüzünü bambaşka hayatlara dönmüş kalabalıklar. Vardığı yer de pek tatlı. Her ne kadar bilindikten kaçmak için çaba gösterse de özünü unutma, evin hep burada diye hatırlatıyor Wild Rose. İskoçya’nın yokuşlardan yokuş beğendiren şehrinde büyüyüp serpilmiş yabani gülün aradığı cevabı burnunun dibinde bulunması küf tutmuş, çok eski bir kafa yapısından emanet olması can sıkıcı, biliyorum. Ancak samimiyetini portrenin içerisine bir erkek kondurmadan yakalıyor. Erkeksizlik mutluluktur gibi bir mesaj değil de, buradaki aile kavramının çok ataerkil bir mantaliteden beslenmediğini kanıtlamaya yetecek kadar aydınlanması mevcut. Tüm bunların haricinde, İskoçya’nın soğuk ikliminde kalp ısıtacak bir öyküyü servis ederken ileride adını herkesin ezber edeceğini bildiğimiz büyük yetenek Jessie Buckley’den de senenin en ham, en candan performanslarından birini sağıyor Wild Rose. Mary Steenburgen tarafından yazılmış “Glasgow (No Place Like Home)”la birlikte de o boğaza koca bir yumru yerleştiren, yarım kalmışlıkların ehlileştirdiği oyunu iyice devleşiyor. Hata yapmaktan korkma, kendi doğrularını burnunu sürte sürte bul, seni sevenler kollarını açmış, her şeye rağmen seni bekliyor olacak anlayışının daim ve gerçek kılması dileğiyle diyerek noktayı koyalım. Bir başka ada ağıtında görüşmek üzere!