Yönetmen: James Gray | Oyuncular: Brad Pitt, Tommy Lee Jones, Ruth Negga, Liv Tyler, Donald Sutherland, John Ortiz, Greg Bryk, Loren Dean, Natasha Lyonne, John Finn, Kimberly Elise, Sean Blakemore | Senaryo: James Gray, Ethan Gross | 123 dakika | Drama
Kurgu odasında makas yüzü görmek isteyen The Immigrant’tan tutun, kimselerin varlığından haberinin olmadığı Two Lovers’a kadar, neredeyse her filmine ortalamanın üzerinde bir reaksiyon verdiğim James Gray beyefendi ile dün akşam fena bozuştuk. Prodüksiyon süreci, muhtemelen kağıt üzerinde bir anlam barındırmayan hikâye, bolca görsel efekt ve Brad Pitt gibi bir starla buluşturulmasına rağmen iyileştirilemeyince uzamış, yanılmıyorsam ek çekimlerle de Ad Astra’nın vizyon tarihi neredeyse iki senelik bir rötar yemişti. Çıkmış son ürünü izlediğinizde zaten neden uzunca bir süre rafta kaldığını, filmin sessiz sedasız gösterime girmesinin ardındaki sebebi ve tabii Ad Astra’nın (ben de dahil olmak üzere) kimilerince niçin 21. yüzyılın en kötü uzay zımbırtısı (!) olarak nitelendirildiğini daha iyi anlıyorsunuz. Terrence Malick tarafından da bir türlü bitirilemeyen baba, oğul ve kutsal ruh zırlamalarından yeni bir potpuri koyuyor bu sefer Gray önümüze. Görsel tamamlanmışlığı dev stüdyo projelerini andıran yapım, açılışın hemen ardından bizim bildiğimiz uzay yolculuğu filmlerinden biri olmadığını hatırlatıp, dış sesle sürekli ne hissettiğini tekrar tekrar buyuran Brad Pitt’in karakteri üzerinden hiçbir izleyicinin umursamayacağı duygusal bir boşluğun izini sürüyor. Babasının iş aşkı gittiği görevden dönememesine sebep olunca yetim büyüyen ana karakterimiz, onun seçtiği yola girmiş ve bir astronot olup kendini bilime adamış. Ama bilin bakalım bu beyde ne yok? Bir özel hayat, onun bağlılık problemlerine tahammül edebilecek bir partner ve en önemlisi, insanlık namına herhangi bir duygu. Dünyaya onu getirip ortalıklardan yok olan figüre aç, psikolojik ölçümlerde bütün hislerini nabzıyla birlikte bastırabilen kalın derili, ama kalbi kırık bir adam… Tabii yerseniz. Yani esasında bu aile içi hissel hesaplaşmanın soyutu da somutu da bir yerde yumuşak karnım sayılır. Ama Ad Astra çok ucuz bir edebiyattan nemalanıyor, bilhassa yavan yüzleşmelerini sığdırdığı ikinci yarısında. Belki bu insanın kim ve ne olduğunu sorguladığı boşluğu arkasına alırken üçüncü boyutu ellere karışmış karakterleriyle bir tezat oluşturmak ve istemsiz komedinin pimini çekmektir amacı, ki zaten acaba bir kurgu hatası mı var dedirten canlandırma filmden bozma monologları bu tezimi onaylar seviyede. Ancak bir taraftan da öyle ciddiye alıyor ki varlığı yokluğu bir meselesini, Michael Caine’in ölüm döşeğinde okuduğu şiire laf etmiş dilimize kızıyoruz. Ne de olsa aynı yıldızlararası ajitasyonu alıp tersine döndürmüş Ad Astra. Neptün, Ay ve Mars’ın isimleri havada uçuşurken, minik minik Solarisçiliğe de soyunup parayla neler yapılabilir dersi veriyor ele güne. Ya da neler yapılamaz… Ancak itiraf etmeliyim, bu kadar sıradan aforizmalara pahalı duran efekt ve setleri sağlayabilmiş olmalarını ticari açıdan çok takdir ettim. Stüdyo ile pazarlık sürecinde ciddi bir üçkağıt dönmüş olsa gerek. Bütün mantık hatalarına, konuyla bağdaştırmakta güçlük çektiğim aksiyon sahnelerinin arasına sıkıştırılmış kör parmağım gözüne tiratlara ve Christopher Nolan’dan makas alan baba sorunlarına da ayrıca selam olsun. Hadi, 2019’un en kötüleri listesinde görüşmek üzere!