Yönetmen: Rupert Goold | Oyuncular: Renée Zellweger, Finn Wittrock, Jessie Buckley, Rufus Sewell, Michael Gambon, Richard Cordery, Bella Ramsey, Royce Pierreson, Andy Nyman, Arthur McBain, John Dagleish, Gemma-Leah Devereux | Senaryo: Tom Edge (uyarlama), Peter Quilter (oyun) | 118 dakika | Biyografi, Drama
En iyi oyunculuğu en çok oyunculukla karıştıranları varlığını kesinleştiremediğim bir şeylere havale etmeyi alışkanlık hâline getirdiğim için bir biyografi olmasından sebep, Renée Zellweger’ın Judy Garland’ı canlandırdığı Oscar filmine de epey mesafeliydim izlemeden evvel. Ama müjdemi isterim; asırlar sonra ödül sezonunda varlık gösterecek, gerçek bir hayat hikâyesini, hem de topluma mal olmuş bir ismi anlatan Judy’nin içerdiği Zellweger performansını oldukça iyi buldum. Bu artık onurunu gökkuşağına bandırıp bağıra çağıra yaşamaktan mı sebep, yoksa meşhur gay ikonunu Zellweger genel manerizmleriyle ele alıp abartıya kaçmadan ekonomik oynuyor diye mi bilinmez. Neyse ki durumu filme çok bayılmayarak dengelemeyi başardım da, geçtiğim iltimas çok göze çarpmıyor. Efendim, filmin özüne de inelim tabii yalnızca oyuncusunu güzellemeden… Şanın şöhretin kendini geri çektiği, Judy’nin ekonomik stabilitenin varlığını unuttuğu, hayatının son yılında geçiyor Rupert Goold imzalı film. İki küçük çocuğuyla bir başına, günü kurtararak geçen yaşamında kendi annesinin bir kopyası olmamak için canla başla çalışan Judy, bir fedakarlık yapıp hem kendine, hem de evlatlarına iyi bir gelecek sağlamak üzere Londra’dan gelen iş teklifini kabul edip okyanusun diğer tarafına geçiyor. Film bu yolculuğa Judy’nin beşinci ve son eşini, çocukluk travmalarının emaneti ruhsal iniş çıkışlarını ve her şeye rağmen sahneye, esas hayali salt şarkıcılığa duyduğu tutkuyu da sığdırmış. Bu süreçte birkaç kurgusal karakterle Judy Garland’ı daha iyi anlayabilmemiz adına yön de veriliyor tabii hikâyeye. Kah her gösterisinde en güzel locadan onu izleyen patronu, kah turnesinde asistanlığını üstlenen Rosalyn (Wild Rose’un da Rose Lynn’i Jessie Buckley), replikleriyle seyircisine hangi yöne bakması gerektiğini işaret ediyor. Tadını da biraz bu çiğ yöntemlerle kaybediyor tabii film. Avucunuzun içi gibi bildiğiniz bir sinema salonunda inatla biletinizi elinden alıp size yerinizi göstermeye çalışan Beyoğlu amcaları gibi, Rupert Goold’un elindeki senaryoda da bakın burayı illa ki anlamaları gerek diye altı çizilmiş sahneler mevcut. Hâl böyle olunca da hafiften altın heykelcik için aranan klişe biyografileri andırmaktan kurtulamıyor. Yalnız Goold’un müzikal numaraları kısıtlı bir bütçeyle parlattığı ve her şeyden önemlisi öyküdeki eşcinsel karakterlerin varlığının vasat olmaktan öteye gidemediği kısımlara nefes aldırdığı görüşündeyim aynı zamanda. Kuir olmayan kuir ikonlar zincirinin tarihteki başlangıç noktasında kalbe dokunacak, adı konmamış, seyirci ile sanatçı arasındaki bağın da hatırlatması yapılmış. Yaşadığı zaman aralığında, kapalı kapılar ardında olsa bile eşcinsellere imkan dahilinde destek çıkmış Judy’nin artık altmışlarını ve hatta yetmişlerini görmüş LGBTQ+ bireylere kremalı omlet eşliğinde göz kırptığı kısım leziz. Tabii insan bu ehemmiyetinin yanında The Wizard of Oz setindeki istismarı da aynı incelikle ele alabilsin istemiyor değil. Neyse ki bağlayıcı parça olarak, filmi tamamen sırtlamaktan asla çekinmeyen Zellweger kariyerinin bir diğer zirve noktasında yarım kalmış flashbacklerin bıraktığı acı tadı siliveriyor ağzımıdan. Kötü olmaya bir adım uzaklıktaki anlatıdan maksimumunu sağıp önümüze getiriyor. O zaman ne yapıyoruz, şakayla karışık destekliyor muyuz Zellweger’ı? Hadi bakalım… Bu sene de böyle bir ilk yaşayacakmışız demek ki.