J’ai perdu mon corps | Yönetmen: Jérémy Clapin | Seslendirenler: Hakim Faris, Victorie Du Bois, Patrick d’Assumçao | Senaryo: Jérémy Clapin, Guillaume Laurant (uyarlama), Guillaume Laurant (roman) | 81 dakika | Animasyon, Drama, Fantastik
Animasyonlar namına kuraklığın alasını yaşatan 2018’den sonra kalburüstü yapımlar izlediğimiz yeni sinema yılı ilaç gibi geldi. Tabii ben bir izleyici olarak kişisel yolculuğumda nihayet animasyonun ayrıca kategorize edilmesi gereken bir janr değil sadece teknik bir alt başlık olduğunu da nihayet kavrayabildiğim yerdeyim. Bu sebeple hayata dair gözlemlerini tek bir maceraya bağlamayan büyük stüdyo işleri haricinde de gözümü açmayı nihayet başarabildim. Gerçi Netflix’in bizde vizyon göreceği için Türkiye seçkisine giremeyen I Lost My Body, orijinal adıyla J’ai perdu mon corps, bu aydınlanmaya ihtiyaç duyulmadan da hakkı teslim edilebilecek bir film. Daha evvel Skhizein adında şahane bir kısasını izlediğim yönetmen/senarist Jérémy Clapin, filmini birbirinin içine geçmiş üç parçada servis ediyor. Bir tarafta ana karakter Naoufel’in geçmişini, bir tarafta bugününü ve filmin görsel açıdan en tatmin edici üçüncü parçasında da bedeninden kopmuş elinin Naoufel’i, yani kendini arayışını izliyoruz. Hakkımıza düşeni yaşamak, kader denilen arabesk kavramın getirileriyle birey olarak boğuşurken ayakta durmaya çalışmak ve en önemlisi bütün kargaşanın, kötü giden her şeyin arasında nefes almaya değecek bir dal bulup ona tutunabilmek üzerine bence I Lost My Body. Küçük yaşta ailesini kaybettiği için bütün ayrıcalıklarından ve bildiklerinden koparılıp bambaşka bir habitata düşen Naoufel, yeni gerçeğiyle yaşamayı öğrenip, ayak uyduramayanı tükürüp atan Paris’te yolunu arıyor. Bir taraftan da bir göçmen öyküsü, o hep “yabancı” addedilenin deneyimine dair bir manzara da var. Naoufel, durmadan dönüp durduğu hamster çarkında ne yaparsa yapsın bir yere varamayacağının farkından. Kendinden hep büyük olacak şehirde, heyecansız hayat döngüsünün üstüne düşmüş ufacık bir ışık sızıntısı olunca da peşinden gidip ömründe ilk kez bencil olmayı, ihtimaller denizinde boğulmayı deniyor. Bu sürecin romantize edilmeden anlatılmış olması büyük başarı tabii. Clapin, ana karakterinin hikâyesinde önemli bir yeri olan kadın karakterini araç eylememiş ve finale doğru esas oğlanımızın aradığı cevapların bir başkasında değil, özüyle barışmasında olduğunun altını çizmiş sanki. Ebeveynleriyle geçirdiği trafik kazasıyla alakalı olarak kendini suçlayarak büyüyüp serpilmiş oğlanın bir hışımda koparıp attığı eli de ona dönmeye çalışırken aynı zorlukları daha mikro bir evrende yaşayarak, lafı dolandırarak da olsa, doğru yolu göstermeye çalışıyor. Biraz derdi, tasası, içinde biriktirdiği kızgınlığı gibi o el. Anlatı da kesip bir kenara fırlatsan da seni sen yapan hiçbir şeyden kolayca kurtulamayacağın ve biriktirdiğin iyi kötü anıları kucakladığın, onlarla barıştığın hâlde mutluluğu bulabileceğine dair, çaktırmadan mental sağlığın stabilizasyonuna da değinen, didaktik bir forma sahip. İşte tüm bunları Clapin, Dan Levy’ın eşsiz müzikleri ve tabii reele pek yakın çizgisiyle de bütünleştirince ortaya salt duyguları hedef alan, şahane bir iş çıkmış. Uzun vadede 2010’lu yılların en iyi animasyonları arasında sayılacağına da eminim. Hatta ufukta üzerine daha oynanmış bir metin ile aynı konsept kurgusala da taşınır mı diye düşünmedim değil.