Ocak’ın ilk üç haftasını askerde geçireceğim için izlediğim filmlerin hepsini eritmeye bakıyorum bu ara, ki döndüğümde hem kendi ödüllerimi dağıtmak hem de Readers’ Choice oylamasını çabucak açmak mümkün olsun. O yüzden bugün üzerine uzun uzun çene çalmayı hiç ama hiç istemediğim yapımları buluşturdum yine. İki belgesel, bir animasyon, bir de Shia LaBeouf (çünkü o kendi içinde bir tür) mevcut menüde. Hadi afiyetle!
THE PEANUT BUTTER FALCON
Shia LaBeouf bu sene kariyerini küllerinden doğurmak için birer ikişer filmlerde oynarken The Peanut Butter Falcon önümüze ilk düşen oldu. Klasik bir “beklenmedik dostluk & yol arkadaşlığı” hikâyesi bu. Ancak Shia’nın ekrandan taşan pek samimi oyunu sayesinde bir nebze olsun kademe atlıyor. Down sendromlu ana karakteriyle arasında kurdukları bağın ajitasyon üzerinden pek çok kez suistimal edildiğini gördüğümüz için neredeyse yeni demek bile mümkün. Tabii final bloğunda illa ki aşılması gereken anlamsız bir zorluk, kötü karakter ve macera üçgeninde film ivmesini kaybettiği için çok da pamuklara sarıp sarmalayacak bir iş olmadığını da eklemem gerek. Yalnız LaBeouf yetenekli değil yahu diyenlere izletmelik bir gövde gösterisi barındırdığı için az buçuk değerli buldum ben yine de. İyi vakit geçirmek isteyenlerin filmi diye de özetlenebilir.
AMERICAN FACTORY
Obama çiftinin yapımcıları arasında yer aldığı American Factory, GM’in ABD üretimini durdurduktan sonra firmanın tesislerini satın alıp yerel halka tekrardan istihdam sağlayan Çin menşeli firmanın pek kıymetli (!) Amerikan yasaları ve sendikaları ile boğuşmasını konu almakta. Eğer iki saat boyunca yüce Amerika ekonomisinin ne kadar da menem bir şey olduğunu dinlemek istiyorsanız birebir. Bizzat iş güç sebebiyle kültürel aşınmanın ticaret ayağında kimlerin can verdiğini gördüğüm için ben pek keyif aldım izlerken. Ama Obama imzası taşıdığı için biraz taraflı davrandığını ve finale doğru suya sabuna elini sürmeden dümdüz bir mesaj bıraktığını düşünüyorum önümüze. Hâlbuki başka topraklarda sağ kalamadığı için ağlanan ticaret adamları gibi, Amerika sanayisindeki yasal boşluklar da tiye alınmayı hak ediyordu.
KLAUS
İyi geçen animasyon yılına Netflix’ten bir değil (I Lost My Body), iki katkı oldu bu yıl. Noel arifesinde seyirci karşısına çıkan Klaus, Noel Baba efsanesinin daha önce duymadığımız bir ayağında daha karanlık bir masal anlatıyor. İnsaniyete dair her türlü iyilikten arındırılmış bir kasabaya sürülen şehzade ve gölgelerde yaşamaya alışmış Santa Clause’un yollarının kesiştiği noktada çizgi film ile reel arasına sıkışmış bir anlatı. Bilhassa iyilik zincirinin ilk kırıldığı kısıma kadar çok da keyifli ve akıcı aslına bakarsanız. Ancak bu Disney’in geçmişinde pek çok kez kullandığı aşırı karikatürize bir evrende boğazımızdan aşağı zoraki bir mesaj indirme kaygısıyla yoğurulmuş animasyonlara hayranlık besleyemiyorum ben. Üstelik coğrafya farkından sebep Noel konusundaki bilgisizliğimize de takılır ruhani ve ezbere hümanistliği. “Olduğu kadar” grubunda bir kenarda dursun.
ONE CHILD NATION
Çin’in tek çocuk politikasını ve bu sebeple sözde acı çeken aileleri umursamadığım için hâneme ne kadar günah puanı yazılır sizce? İster istemez kürtaj karşıtı bir yere doğru giden bu yaşanmışlıkla ilgili bu sene birden fazla örneğe rastlamamız da bu rejimin yürürlüğünü daha yeni tamamlamış olması herhâlde. Ama ben yine de neye ikna edilmeye çalıştığımızı anlamıyorum. Kaderlerinin tutsakları olmaları üzerine pek yukarıdan, neredeyse “beyaz” bir yakarış gibi geliyor bana bu. Popülasyondaki büyümenin önüne geçmek için çok acımasız bir karar da kime göre, neye göre? O yüzden One Child Nation’ı da bu sene izlediğimiz kısa animasyon Sister’ı da pek kişisel buldum ben. İfade özgürlüğü iyi hoş tabii. Sadece uluslararası arenada One Child Nation’ı neden kutsuyoruz diye soruyorum kendime.