Yönetmen & Senaryo: Christian Petzold | Oyuncular: Paula Beer, Franz Rogowski, Gloria Endres de Oliveira, Jacob Matschenz, Rafael Stachowiak, Maryam Zaree | 90 dakika | Drama, Romantik
Kitleler tarafından henüz Alman sinemasının sıradaki kurtarıcısı olduğu kabul görmemiş deha Christian Petzold, tansiyonu düşük büyülerinden birini daha seyirci karşısına çıkarmıştı geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde. Undine ismini verdiği yeni harikasında, gerçek ile fantezinin potpurisi yapılırken tıpkı doğaüstü güçler gibi ete kemiğe bürünememiş aşk, tutku, şehvet kavramlarının altını eşeliyor. Esasında eşelemek de değil, bunların duvar kağıdı olarak kullanıldığı bir sahnede ilişkiler üzerinden o bireye, insana dair sevmek ve sevilmek eylemlerinin üzerinden bir tamamlanıp bir eksilişlerimizi resmediyor. Filmografisinin farklı bir noktasına yerleştireceğimizi düşündürerek açtığı perdesi zamanla Petzold’un alıştığımız çizgisine yaklaşırken merkezde Germen mitolojisinde bir fâniye aşık olup insan suretine bürünen su perisinden adını almış bir kadını izliyoruz. Mimarisiyle yaşayan bir organizmaya dönüşmüş Berlin’de doğudan batıya yapısal tarihe hakim olan Undine’nin bilgi dağarcığı seçmece bir tesadüf değil elbette. Petzold, tüm ansiklopedik bilgilere rağmen bu tarifsiz sevgilerin insanı ne kadar aptallaştırdığını, endüstriyel dalgıç figüründen sadece görüş alanında olduğu için “bizim” denmiş bir kafe masasına bile yüklenen anlamların sıradanlığının fazlasıyla farkında. Müzedeki kafilelerin karşısında nasıl ki nefes almadan konuşabiliyorsa, sevdiğinin kollarının da lâl oluşuna şahitlik ediyoruz. Undine’nin yalnızlığı ve şefkate duyduğu ihtiyaç öylesine derin ki büyük sözlerin ya da jestlerin arkasına saklanmadan tek bir kucaklayışta sel oluyor bütün duygular. Eğer beni terk edersen seni öldürmek zorunda kalırımların bir saat sonrasına koca akvaryumun kafasından aşağı boca edildiği masalsı bir başlangıçla yeni bir kalp sızısı sığabiliyor. Kah istasyonda hareket eden trene koşarak eşlik ederek, kah suyun altında pisi balığının gölgesinde kaybolup yarı yaratık kimliğin gerçekliğini sorgularken o mekanı zamanı aşan hisler yeni bir anlama ulaşıyor. Bach’ın akıl almaz melodisiyle fosforlu kalem etkisi yarattığı her anında da seyircinin baktığı pencerenin bir çerçevesini daha kırıp göz hizamızı iyice Undine ve Christian’a çekiyor Petzold. Bu sefer dili hem çok hevesli, hem de bir o kadar umutsuz üstelik. Epik romantik öykülere duyduğu hayranlığı Transit’le de onayan yönetmen, özü katran karası bir döngüye açıyor kollarını. Aradığını arattırıyor izleyicisine. Filmi tükettiğiniz ekrana sırtınızı dönerken sonunu gördüğünüz imkansızlığın silüetini bile arıyor oluyorsunuz. O yüzden bu sefer katmanlarını teker teker ayırdıkça yeni mânâlara eriştiğiniz bir metinin değil de duyguların hâkimiyet kurduğu bir film diyebiliyoruz Undine’ye rahatlıkla. Tek bir eleştiri getirmek gerekirse, bu naifliğin ve sessiz çıkmazın finaliyle iletişemedim. Uygun görülmüş sonlara da değil itirazım. Daha çok o klişeler nehrine, gecenin karanlığını emmiş ileriye bakmalara kırgınım. Sürreal tarafları, cevapsız bıraktığı sorular ve bununla birlikte gelen acabaların hepsine varım. Fakat Christian o suya girmeden önce de bitmemiş miydi her şey? Christian o suya girse de ölecekti Undine. Undine’nin ölmesini istiyor musunuz? Undine’yi kaybetmeyi göze alabiliyor musunuz? Onu, onu. Undine’yi.