Yaratıcılar: Ryan Murphy, Ian Brennan | Oyuncular: David Corenswet, Darren Criss, Laura Harrier, Joe Mantello, Dylan McDermott, Jake Picking, Jeremy Pope, Holland Taylor, Samara Weaving, Jim Parsons, Patti LuPone, Maude Apatow, Mira Sorvino, Michelle Krusiec | 60 dakika | Netflix
Ryan Murphy fikir fabrikasının çoğunlukla ıskalardan oluştuğunu bildiğim için artık kendisi tarafından hayal kırıklığına uğratılmama çok şaşırmıyorum açıkçası. Glee’nin zaman içerisinde kendi parodisine dönüşmesi, American Horror Story’nin Jessica Lange terk edince düştüğü çukur, The Politician fiyaskosu ve O.J. Simpson’la başlanan taşyapıt mevkisinden Gianni Versace’li her yeri dökülen sezona kadar konuşulacak çok şey var esasında. Ama bugünkü konumuz Netflix’e kötü senaryo yazma, kötü oyunculuk ve en mühimi kötü “uyanıklık” örneği olarak uğrayan Hollywood. Feud ile film endüstrisinin altın çağına giderek, Bette Davis ve Joan Crawford çatışmasının esasında bugün bile varlığını sürdüren cinsiyetçi tavrın ürünü olduğunu hatırlatmıştı bizlere Murphy. Diziden sağdığımız iyi oyunculuklar bir yana dursun, aktrisseksüel (Bu terimi bize kattığın için teşekkürler Nathaniel Rogers!) bünyelerimize epey iyi gelecek bir yere konumlandırmıştı hikâyesini. Bu yeni macerası da perdeyi neredeyse benzer bir yerden açıyor ancak ufak bir twist ile, tarihi değiştirerek. Şu an konuştuğumuz fırsat ve cinsiyet eşitliğinin, ırka, cinsel yönelime dair ayrımcılığa karşı gelişimizin bugün değil de 1940’un post İkinci Dünya Savaşı matemini yaşayan Amerikası’nda gündeme gelmiş olsa ne değişirdi gibi bir soru sormuş Murphy. Buraya kadar sıkıntı yok. Ancak uyanıklığı sadece kağıt üzerinden becerebilen bir hikâye anlatıcısı olduğu için kendisi, yarım asırdan fazladır verilen haklı mücadelenin bütün gelmişini geçmişini depolitize ederek inanılmaz içi boş ve düpedüz yanlış bir şey çıkarıyor ortaya. Ağzımıza bir parmak bal çaldığı beyaz olmayan oyuncularının yanına hepsi birbirine benzeyen takımından David Corenswet, Darren Criss, Dylan McDermott, Jim Parsons gibi yetenek fakirlerini de ekleyerek yine konunun sadece özetini okuyarak çıkmış kısacası sahneye. Murphy’nin ve temsil ettiği anlayışın bir duvar kağıdı, sosyal medya paylaşımı, ne bileyim akıllı telefona takılan zımbırtıdan daha derinlikli olmadığının zaten uzun süredir farkındaydık. Yalnız Hollywood’ta tarihten bildiği sayfaların sadece başlıklarını okuyup onu alkışlamamızı, bugüne kadar sayısız film tarihi kitabına, belgesele, araştırmaya konu olmuş Hollywood’un mihenk taşı niteliğindeki POC kişileri tek boyutta arka plana yerleştirdi diye bu sosyal adalet manevralarını yutmamızı buyurması küstahlıktan başka bir şey değil. Dünyayı kurtarmak ve Sims’den bozma yaratımında aynı bedene sığdırdığı karikatürize bireylerinin yanında gerçek hayattan izler taşıyan, beyaz olmayan karakterlerine yazdığı hikâyeler, diyaloglar, o yankı yapan boşluk, kartondan his… Keşke sadece kötü olsa. Bir sahnede homofobi var, diğerinde yok. Birinde ırkçılık var, öbüründe işine gelmediği için yok. Sonra bir bakıyorsunuz seks işçiliğine karşı çıkmış, yok yok destekliyor, hayır şimdi yine karşı! Komik, saygısız, aptalca ve ucuz. Bu tanımı da neredeyse her Ryan Murphy projesi için bir şekilde yapabildiğimizi de varsayarsak daha fazla söze gerek yok. Netflix gibi devasa bir kitaplıkta uğramamamız gereken adresin neresi olduğunu öğrendik ne de olsa. Dağılabiliriz. MVP: Ryan Murphy’nin ırkçılığı bitirmesi. Beyaz kurtarıcımız <3
Bu muhtemelen son beş yılda izledigim en kötü şeydi. Klasik bir Ryan Murphy işi olarak senaryoda kolaya kaçan bir iş olmuş (çok sevdigim Feud ve AHS: Asylum’da bile tembellikler vardı her ne kadar dramatik olarak olgun olsalar da). Dizideki bazı gerçek şahısları görmek, duymak güzeldi; Evet Anna May Wong’a haksızlık edildi, George Cukor gerçekten çılgın partiler verirdi ve Clark Gable bir “homoyla” çalışmak istemedigi için Gone with the Wind’in yönetmenliginden el çektirilmişti, Henry Wilson pislik bir adamdı ve Rock Hudson dahil olmak üzere pek çok aktörü kullandı, Hollywood’da erkek fahişelerin çalıştıgı bir benzin istasyonu vardı, vs. Ama şu “me too” hareketinin suyunu sıkmak için yaptıkları ne kadar utanç vericidir. Irkçılık hakkındaki tüm sahnelerde (kendi haklarımı ben savunurum denildigi anda falan) odadan kaçmak istedim. Bir filmle ABD’deki ırkçılıgın yenilmiş olması falan… Aman Tanrım!!! Fazlasıyla da temizlenmiş bir geçmiş sunmuş bize bir de dizi. Hattie McDaniel mesela öyle haksızlıga ugrayıp üzülmüş biri degildi; siyahi örgütlerine katılmayı reddetmiş, hizmetçiyi ve sterotip siyahları oynamaması çagrılarına burun kıvırmış biriydi (Ray filminde hayatı boyunca ırkçılıga karşı çıkmamış Ray Charles’ın da temizlenerek aktarılması gibi). Benim asıl merak ettigim onca oyuncunun nasıl olup da bu diyalogları okurken utanmadıgı…
metin
8 Mayıs 2020 at 16:28
Bu muhtemelen son beş yılda izledigim en kötü şeydi. Klasik bir Ryan Murphy işi olarak senaryoda kolaya kaçan bir iş olmuş (çok sevdigim Feud ve AHS: Asylum’da bile tembellikler vardı her ne kadar dramatik olarak olgun olsalar da). Dizideki bazı gerçek şahısları görmek, duymak güzeldi; Evet Anna May Wong’a haksızlık edildi, George Cukor gerçekten çılgın partiler verirdi ve Clark Gable bir “homoyla” çalışmak istemedigi için Gone with the Wind’in yönetmenliginden el çektirilmişti, Henry Wilson pislik bir adamdı ve Rock Hudson dahil olmak üzere pek çok aktörü kullandı, Hollywood’da erkek fahişelerin çalıştıgı bir benzin istasyonu vardı, vs. Ama şu “me too” hareketinin suyunu sıkmak için yaptıkları ne kadar utanç vericidir. Irkçılık hakkındaki tüm sahnelerde (kendi haklarımı ben savunurum denildigi anda falan) odadan kaçmak istedim. Bir filmle ABD’deki ırkçılıgın yenilmiş olması falan… Aman Tanrım!!! Fazlasıyla da temizlenmiş bir geçmiş sunmuş bize bir de dizi. Hattie McDaniel mesela öyle haksızlıga ugrayıp üzülmüş biri degildi; siyahi örgütlerine katılmayı reddetmiş, hizmetçiyi ve sterotip siyahları oynamaması çagrılarına burun kıvırmış biriydi (Ray filminde hayatı boyunca ırkçılıga karşı çıkmamış Ray Charles’ın da temizlenerek aktarılması gibi). Benim asıl merak ettigim onca oyuncunun nasıl olup da bu diyalogları okurken utanmadıgı…