Korona, ülke değiştirmeli taşınma, askerlik, kişisel bedbahtlıklar, Drag Race 11. sezon, All Stars 5, Kanada, üstüne yeni Yan Odadan Filmler derken 2020 sinema yılını topluca unuttum gibi görünüyor olabilir uzaktan. Ama elzem parçalarını izledim ve kenara koydum. Sadece bloga artık uzun uzun film yazmasam mı dediğim bir dönemden geçmiştim ve her ikizler kararımda olduğu gibi bunda da yarı yoldan dönerek aldığım radikal kararı suya gömdüm. O yüzden belki zamanında yazmış olsam haklarında uzun uzun geveleme ihtimalim bulunan dört filmi, tembelin günlüğü formatının evrim geçirmiş versiyonu 4 Film 400 Kelime’de ağırlayacağım. Hazırsanız dedikodumu yapmak için ekran resmi almak üzere elinizi ayarlayın, başlıyorum!
EUROVISION SONG CONTEST: THE STORY OF FIRE SAGA
Saturday Night Live yılları dahil olmak üzere yaptığı tek bir şeyi komik bulmadığım ve hatta ortalama beyaz Amerikalı’nın ortalama zekasına hitap eden mizahıyla neden ünlü listelerinin başına kondurduğum Will Ferrell, kanaldan kanala dolaşırken beş saniyeliğine denk gelip bunun hakkında film yapmalıyız demiş diye düşündürten bilgi birikimiyle Eurovision’a bulaştırmış mangır kokan ellerini. Film beyaz ırklara yapılan ırkçılık çok da kimseyi yaralamadığından, o konuşulmayan ilelebet cahil okyanus ötesinin bilhassa Avrupa’nun kuzeyinde refah içerisinde hayatını sürdürenlere dair önyargılarından dev bir salata. Her karakter ofansif, Eurovision’un sadece son beş yılına olan hakimiyetle yazılmış esprileri küflü. Yani tam anlamıyla Ferrell’ın filmografisine yaraşır cinsten. Ama filmin içinde barındırdığı bütün gerizekâlılıkların (bu kelimeyi kullanmaktan asla çekinmiyorum) üstüne 53 yaşındaki Ferrell kendine romantik bağda Rachel McAdams’ı uygun görmüş. Seda Sayan’ın da dediği gibi: Sen kimsin?
SHIRLEY
Elisabeth Moss’un Mad Men ertesi oynadığı her filmde malzemesine ne kadar da çabuk tükettiğimizi anlamamız tam gaz devam ediyor. Yeni neslin kameraya doğru oynarsam daha çok alkışlanırım hassasiyetine sahip Meryl Streep’i yazar – ilham perisi hikâyelerinin sözde twistli ve iki kadın karakter barındırdığı için sadece ima edip bir adım ileriye gitmekten korkan homoerotizmiyle bu alt türe ait bütün bağnaz, kuru, ışıltısız klişelerini teker teker ziyaret ediyor. Filmin bütünü bir sinema salonundan çıktıkları anda her şeyin unutulacağı, tek bir orijinal fikir barındırmayan hikâyeyi nasıl satarız üzerine kurulu. Mübalağayı oyunculuk yerine meslek edinmiş başrol? Hazır. Her yaşa, her göze hitap eden, sıkıcı ama gizemli “ev kadını” ezberi? O da mevcut. Bayağı görülen bir sanat kolunu (edebiyatın plaj romanları kısmısı) değerli biçme? Tamamız. Şimdi bu parçaları Michael Stuhlbarg’ın bir kez daha çok eşli akademisyeni (Filmin tek komik ve gerçek detayı. Cidden kendilerini birden fazla kişinin isteyeceğini düşünen akademisyenlere dur deme zamanı artık!) oynadığı, sözde kadını yücelten geri kafalı bir düzleme yerleştirelim. Tuşe!
A SECRET LOVE
Fi tarihinde yaptığımız bir podcastteki sohbet bu tatlı Netflix belgeselini de barındırmaktaydı. 65 yıllık birlikteliklerini hayatlarının son çeyreğinde hem evlilik, hem de emeklilik evi ile süslendirmek mecburiyetinde kalan lezbiyen bir çifti anlatıyor A Secret Love isimli Netflix belgeseli. Henüz özgürlüğün uyuşturucu etkisinden kurtulamadığım bir zamanda alınmış yanlış kararların üstüne gelince haddinden fazla beğenmiş olabilirim bu ortalama aşk hikâyesini. Ancak zamana ve topluma meydan okumuş kuir bir çifti hangi arka planla servis ederseniz edin, karşısında savunmasız kalmaktan yorulmuyorum. Burada birlikteliğin heterosu eşcinseli fark etmeksizin ailemiz olanlarla aile olarak seçtiklerimizin çatışması üzerinden yarım asırlık bir dramayı gözlemliyor olması da voyeur fantezilerimize iyi geliyor açıkçası. Malum, aile içi uyuşmazlığın en makbulü her daim bize ait olmayandır.
HOW TO BUILD A GIRL
Siz de benim gibi Amerikan oyuncuların İngiliz aksanı yapmaya çalışıp SNL parodisine dönüştüğü filmlerden nefret mi ediyorsunuz? Gelin Beanie Feldstein’in sınıfta kaldığı How to Build a Girl’ü tadın o zaman. Bir genç yetişkin romanı olarak bile okunmaya değeri olmadığını düşündüğüm öyküden Birleşik Krallık’a has bir pişmemişlikle doğmuş How to Build a Girl. Pek ışıltılı bulduğu müzik dünyasına gazeteci/eleştirmen olarak giren ana karakterinin kaleminin ucunu sivriltince kısa sürede nasıl da bir canavara dönüştüğünü konu alıyor. Yoksa film eleştirmenlerine bir taş mı? Olur mu yahu, birbirini besleyen iki el hiç öyle şey yapar mı? Yok yok sen yanlış anlamışsındır Umur. Abartıyorsun bazen zaten… Ama yani cancağızlarım, diyelim ki ben ters bir yerlerden algıladım bu filmi, 100 dakika boyunca lafı eveleyip gevelemesini ne edeceğiz? Güçlü kadın karakterlerin etrafına ne güzel anlatılıyor sarıyorduk biz. Bu deli kızın bohçası ne şimdi?
Mert
16 Ağustos 2020 at 18:20
Kanada ya mi tasindin?
Umur
16 Ağustos 2020 at 18:33
Yok yok orada bahsettiğim Drag Race Kanada. İstikametimiz UK 🙂