Söz, bu sefer geri döndüm! Ciddiyim. 2020 filmlerini izleyip yazacağım çünkü önümüzdeki haftalarda (Twitter’dan da yüz bin milyon kere reklamını yaptığım üzere) Londra Film Festivali’ne basın akreditasyonu aldığımdan tonla yeni sezon filmi tüketmiş olacağım. Onları da birer ikişer, sanki Filmekimi varmış gibi bloga akıtırım artık. Ama öncesinde elimde biriken, üstüne uzun uzun çene çalmak istemediklerimden 4 Film 400 Kelime bünyesinde bir çelenk yaptım. Beğenen alsın, beğenmeyen yarın öbür gün yeni yazılar için uğrasın bloga. Başlıyorum!
SWALLOW
Haley Bennett’ın Jennifer Lawrence kılığına girdiği Swallow hakkında daha çok kelam etmek isterdim ama izleyişimin üzerinden epey zaman geçti, o yüzden sınırlarımı zorlamayacağım. Toplumun koyduğu kadınlık normlarına yine aynı toplum tarafından yetersiz bulunan genç bir kadının kendi bedeni üzerinden kurduğu, pike sendromu adı altında belli cisimleri yutma hastalığının da merkeze kondurulduğu bir hikâyeyi anlatıyor. Meseleyi sadece cinsiyetler arası ya da kadınlara karşı olan tutumla sınırlandırmayıp biraz da göçmen meselesine bandırmaya çalışmış ekmeğini. Ancak orada boy verememiş ne yazık ki. Bir de tabii bütün bu pro kürtaj tavrının bir şekilde hastalığa, çocukluk travmalarını tutturulması mesajı sakatlaştırıyor diye düşünmekteyim. Yoksa Bennett en iyi performansını çıkarmış, tef gibi geren temposu da cabası. Yönetmen/senarist Carlo Mirabella-Davis ikinci filminde daha iyi çalışıp gelsin.
THE SOCIAL DILEMMA
Black Mirror’ı satın aldıkları anda babaannenizin teknoloji çağı ile ilgili nasihatlarına dönüştüren Netflix, bu sefer de hayatlarımızı ele geçirmiş sosyal medyanın karanlık yüzünü anlatan bir belgesel de bizi yine o raf ömrü dolmuş dille muhattap ediyor. Kitaplığına yeni dahil ettiği The Social Dilemma, hepimizin günlük kullandığı platformlarda çalışmış ve ürünün uygulamalar değil bizzat kullanıcılar olduğunu çözmüş koca koca insanların Bilal karşısındaymış gibi her şeyi masaya yatırdığı bir iş. Ancak yerel kanal canlandırmalarını andıran kurgusal kısımlar ve çözümsüzlüğüne karşın korku filmi efektiyle power point’te yapılmış gibi duran “Özlü sözler” kısımlarını dahil edince, sözde dünya ekonomisini eline almış bu kurumların gerçek niyetlerini anlatan yapım istemsiz bir komediye evriliyor. Hayır zamanında Facebook’ta, Twitter’da dirsek çürütmüş yazılımcıların CV’si yeni çalıştıkları yerlerle ekranda belirmese samimiyetlerine inanacağım… Paranın kokusunu almışsınız işte hep birlikte, sus otur küçük duruma düşme bari.
ORDINARY LOVE
Lesley Manville’in performansıyla adından bahsettiren Ordinary Love, tipik bir kanser draması. Sadece türünün örneklerinden ayrılmak için merkeze orta yaşlı çocuksuz bir çifti yerleştirip, trajediyi çok daha küçük bir ölçekte tutarak hastalığın bizzat hasta üzerindeki kişisel etkisini anlamaya gayret ediyor. İlk kez etrafta ne yapacağını bilemeyen eşler, çocuklar, torunlar, torbalar mevcut değil. Sade ve sadece Lesley Manville ile bu yolculukta elini tutmaktan bir an olsun vazgeçmeyen eşi Liam Neeson var. Ancak fikren çok yeni bir yolu tercih ediyor gibi gözükse de iş uygulamaya geldiğinde silikleşmiş Ordinary Love. Belki amaç da budur bilinmez, ne de olsa adında da altı çizildiği üzere sıradan bir sevdanın nöbeti tutuluyor burada. Hayat da var ölüm de var diyerek yolculuğun kendisinin bütün iniş ve çıkışlarıyla tanınmasını buyuruyor. İşte keşke Manville haricinde tutunacak bir yer de hediye etmiş izleyicisine, ki daralmasaymışız karanlık hastane koridorlarında.
DAYS
Tsai Ming-liang’ın yaptığı sinema, ya da artık ne diye isimlendiriyorsa, bana hitap etmiyor artık bundan tam olarak eminim. O yüzden kendisiyle olan münasebetimi Berlin’de prömiyerini yapmış, Teddy Özel Mansiyon ödülünü almış filmiyle sonlandırıyorum. Bir tarafta kocaman, diğer tarafta küçücük bir hayat. Biri kapalı kapılar ardından günlük heyecan arıyor, diğeri o heyecanlara cevap verirken geçimini sağlıyor… Yani artık o kadar bıktım ki bu eşcinsel karakterleri loş odalara, bebe yağı kokan yataklara hapsetmelerinden. Çünkü arkasında hep tarumarlık var değil mi kuir olmanın? Hele ki maskülinitenin toksik kırılganlığı da hiç sonlanmamışken. O sert, egzoz kokan sokakta, neredeyse ayaklarının yere değdiği bir banka oturup, sokak lambasının cılız ışığında, “müşterisinin” verdiği müzik kutusuyla oynamak… Ne boş, ne düzenbaz, ne hakikatsız bir şiir. Bir de yetmezmiş gibi tüm bu safsatayı uzata uzata, sanki sinemayı yeniden keşfediyormuş gibi ele almasının ardındaki o ego yok mu? Gider GZone okurum daha iyi be!
Merhaba, Olası oscar adaylarının gösterim tarihleri (hala NY ve LA gösterim şartı var sanıyorum) ve bu tarihlerin pandemi sürecinde oscar adaylıgına etkisi hakkında bir şeyler paylaşabilir misin?
Metin
29 Eylül 2020 at 17:35
Merhaba, Olası oscar adaylarının gösterim tarihleri (hala NY ve LA gösterim şartı var sanıyorum) ve bu tarihlerin pandemi sürecinde oscar adaylıgına etkisi hakkında bir şeyler paylaşabilir misin?
Umur
29 Eylül 2020 at 18:26
Belki bir yazı değil ama podcast’te konuşma sözü verebilirim.