İlk kez 2015’te Brooklyn, The End of the Tour ve Anomalisa (hatta sürpriz gösterimdi unutamıyorum) ile katılma şansına eriştiğim BFI Londra Film Festivali hayatımla ilgili aldığım kararların dönüm noktası olarak geçmişin tozlu ama tadına doyum olmayan sayfalarından birinde ikamet ediyor. Uzun zamandır da bu yerleşme sohbetim tamamlandığında festivali bütünüyle kucaklayıp mümkün olduğunca çok film izlemeyi planlıyordum LFF semalarında. Kısmette pandemi yılında sanal gösterimlerle mevcudiyetini sürdüren bir festivale katılmak varmış meğer. Akreditasyonu kaptığım gibi her gösterime katılırım ne olacak dedim; ama ilk haftanın sonunda yorgun düşmüş durumdayım. Muhtemelen daha seçici davranacağım ikinci hafta öncesi yazmak için biriktirdiğim, üzerine çok da laf sarf etmeye gerek duymadığım 4 filmle karşınızdayım. Mind the gap diyerek biniyorum LFF ekspresine. Hadi gelin arkamdan…
STRAY
İstanbul sokaklarındaki Zeytin isimli bir köpeğin gözünden şehrin manzarasını el değmemiş hâliyle perdeye taşıyan bir belgesel olduğunu öğrenince geçtiğimiz yıllarda hem gişede, hem de eleştirel anlamda büyük başarı yakalamış Kedi’de yaşadıklarımızı tekrarlayacak mıyız diye umutlanmıştım; ama Elizabeth Lo o batılı perspektife adamış kamerasını. Oryantalist motifler ve bitmeyen ezan sesleriyle süslenmediği için müteşekkir olsam da Avrupa’daki diğer ülkelerde olduğu gibi sokak hayvanlarının “yasa” başlığı altında katledilmediği topraklarımızın metropolitanını çözümsüzlüğüyle romantize edip hiçbir yere varmayan bir envanter çıkarıyor yalnızca ortaya. Oturup şehrin gerçeğini inkâr edecek hâlimiz yok da bir “Eeee?” haykırdım ben ekrana. Çok mu derinden bağlıyım bu b*k çukuruna, yoksa Lo küçük bütçeli seyahatinde kamerasını açık unutmuş gibi film çektiği için mi bu isyanım bilinmez.
HONEYMOOD
Hiç hayranı olamadığım, feminist harekete çok sakat bir yerden desteğini veren Zero Motivation felaketinden sonra bir Talya Lavie filminin başına daha kendi rızamla oturmuş olmamın derin üzüntüsünü yaşıyorum. Evlilik adındaki sahte kurumun peşine düşerek sözde cinsiyetler arası çatışmaların bütün tarihini tek bir düğün gecesine sığdırarak kendi pişirip kendi yiyor Lavie. Ama nasıl ham gözlemler, nasıl bayat bir dünya görüşüyle anlatamam… Heteronormatifliği ve gelenekçi söylemlerini bir kenara bıraktım bir kadın anlatıcı olarak hemcinsi karakterlerine sürekli histeri krizlerine sahip, ne istediğini bilmeyen tanımları uygun görmesini anlamlandıramıyorum ben. Burada da aynı terane. Ay seni seviyorum ama daha gençliğime doyamadım demekte de sakınca yok. Bence köprüden önceki son çıkışın cazibesi de gerçek. Sadece yolumuz Lavie’nin hay allah erkek birey, biz de böyleyiz napalım affetçi tavrından nefret ediyorum.
EYIMOFE (This Is My Desire)
Nijerya’nın eski başkenti Lagos’ta çekilen Eyimofe, acaba Oscar’ın uluslararası film kategorisine uğrar mı diye tükettiğim bir iş oldu. Pişman mıyım? Asla. Ama doğmayı seçmedikleri bir coğrafyadan çıkışsızlığın etkisiyle birbirlerini bulmuş iki karakterini yeterince tanıtabildiğini düşünmüyorum filmin yönetmenleri Chuko ve Arie Esiri’nin. Doldurulması gereken boşluklar, muhtemelen onlara ilham kaynağı olmuş yönetmenlerden eser. Ancak Eyimofe’nin biçimsel olarak belli bir ahlaka varmadan önce doldurması gereken boşlukları var. İki saate dağılmaya yetecek malzemeyi barındırmadığı gibi dönüm noktalarını ekonomik tutmaya çalışırken, ajitasyon bağlarında fink atmaktan kaçınırken izini kaybetmiş. En azından benim gözlemim bu yönde. Bir dağıtımcı bulur da Akademi karşısında arz-ı endam eylerse üstüne tekrar konuşuruz da kısa liste yüzü göreceğine dair derin şüphelerim bulunmakta.
TIME
Ve övmelere doyulamayan, Sundance’i yönetmenlik ödülüyle tamamlamış Time ile yapalım kapanışımızı. Fox Rich ve ailesinin yargı karşısında verdiği savaşı mahkum değil, direkt mahkum yakınları perspektifinden anlatan bir belgesel bu. Konunun ne kadar yakınımdan geçtiğini sizlere kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Sadece şunu söyleyeceğim, evet nihayet mahkumiyetin sadece o kişiyle sınırlı kalmadığını ve bilhassa kandaşlarının üzerindeki tesirlerini perdeye taşıyan bir film olması harika! Ama seçtiği bireylerle ve bilhassa seyircisinden talep ettiği duyguları almak için yaptıklarından hiç hoşnut kalamadım ben. Gözyaşı göstermiyor olması da trajedinin kollarında yüzümüze acıklı acıklı bakmadığı anlamına gelmiyor. O vaazler arasına kondurduğu esler bile mendillerinizi çıkarın diye bağıran sessizlikler değil diyorsanız, o da sizin bileceğiniz iş.