Yönetmen: Chloé Zhao | Oyuncular: Frances McDormand, David Strathairn, Linda May, Charlene Swankie, Bob Wells | Senaryo: Jessica Bruder (kitap), Chloé Zhao (uyarlama) | 108 dakika | Drama
Belgesel ile kurgusal arasındaki sınırları ihlal eden bir önceki filmi The Rider sonrası Chloé Zhao’nun yeni projesiyle ilgili dedikodularda Oscar adını görmek hepimizi şaşırtmıştı sanıyorum. Frances McDormand’la ortaklıklarından doğan taşyapıt, Venedik’i Altın Aslan, Toronto’yu da Seyirci Ödülü ile kapatınca merakımız iyice katlandı. Nihayet (LFF’te yapılan kurada adımın çıkmaması bahtsızlığının ardından), İstanbul Film Festivali bünyesinde biz de izleyebildik yılın sinema olayını. Salona duyduğumu fark etmediğim özlem, hikâye anlatma sanatının görsel ayağına beslediğim hayranlıkla birleşince ömürlük bir deneyim sağmış oldum kendime pandemiye uygun izleme koşullarından. Nomadland, küresel ekonomik krizin ABD ayağının hemen ertesinde işini, eşini ve neredeyse sahip olduğu her şeyi kaybetmiş, göçebe (nomad) olarak yaşamaya mecbur/yaşamayı tercih eden bir kadını konu alıyor. Yalnız bu sefer dışarıdan bir göz olmak yerine ana karakterinin derisinin içine girmiş, onunla birlikte deneyimlememize izin veriyor Zhao çıkmazlarla dolu hayat mücadelesini. Üç uzun metrajlısında da Amerikan kırsalına duyduğu ilgiyi gizlemeyen yönetmen, ilk kez tanımak yerine tanıtmaya yönelmiş gibi hissettim ben sırf bu yüzden. Yalnız kovboy klişesinin insanın içine işleyen bir soğuk, doğanın sizden büyük olduğuna ikna eden uçsuz bucaksız yeryüzü şekilleri ve kapitalist rüyanın ortalama birey üzerinde kurduğu anlamsız beklentiler ile buluştuğunda nasıl bir şeye dönüştüğünü ondan daha iyi de kim yorumlayabilirdi bilmiyorum. Bir anlatıcı olarak öyküsüne ilave ettiği bütün duraklarla öyle bir ilişki kurmuş ki yolun sonunda görüşmeye ant içtiğimiz dostlarımızı, tanıdık simaları özlemek yerine bir çatıya, eve duyulmayan hasreti anlayabiliyoruz bu defa. İçinde saklanmış bir başka katman daha da yok bu arada Nomadland’in. Kartlarını oldukça açık oynuyor. Ağızdan dökülmüş her sözün karşılığını er geç verip Fern’ün geçmişini de yerine oturtuyor. En önemlisi ise buyurduğu şeyin, Frances McDormand’ın ustalıkla canlandırdığı karaktere acımamız olmaması. Seyircisini yargılarından bütünüyle sıyırmak gibi bir temele bağlamıyor Zhao elindeki metni; ama nedenini niçinini çarşaf çarşaf önümüze seriyor. Korkusuzca kullandığı Ludovico Einaudi besteleriyle birlikte de yakaladığı o yoğun dostça his perdenin bu tarafına akıyor. Çünkü tek yaptığı onu anlamak, dinlemek, kolunun altına girip destek çıkmak, küçük karavanını iteklemek, kafası her düştüğünde yeni bir gün doğumunu işaret etmek, kiri pası temizlemek. Umudun filmi de değil Nomadland, dümdüz hayatın filmi. Yanı başındaki acıyı kendininkileri ötelemek için en derinden hissetmenin, hayat gailesi içerisinde bir gün hediye paketler bir gün şeker pancarı ayıklarken o ufak tebessümü bulabilmenin, çevrende olup biten her şeye bakmanın değil hepsini görebilmenin filmi. Hayranlığım üstüne düşündükçe büyüyecek, okudukça coşacak taşyapıtlar listesinin en yeni üyesi olarak şimdilik bir kenara not edelim. Tüm bunların haricinde, sırf retrospektifte bunu okuyunca gülümseyelim diye de eklemek istiyorum: Parasite’ın ardından Nomadland, tarihi bahtsız seçimlerle dolu Akademi’nin bu yeni ve taze imajına nasıl da yakışan bir En İyi Film kazananı olur ama. Amerika’nın umutla gerçek arasında gidip gelen ihtiyaçları için belki renkleri çok kısıtlı kalır, ancak bir o kadar da bugününü özetler diye düşünüyorum.