Eleştiri

4 Film 400 Kelime: LFF’te İkinci Hafta

Yayınlandı

on

Londra Film Festivali macerası Cumartesi günü bitti ve ben tadı damağımda kalan 15 günlük serüvenin ardından yazmadığım bir düzine filme bunları kim eritecek şimdi diye bakınarak acı çekiyorum. Aman varsın tek derdimiz çok film izlediğimiz için yazılarına yetişememek olsun diyerek yine oturdum klavyenin başına. Ben haricinde kimsenin merak etmediği dört filmi de ikinci hafta özetine kondurdum. Daha bloga Ammonite, Limbo, yazın tükettiğim ve hâlâ yazmadığım bir sürü iş de gelecek merak etmeyin. Azıcık sabır, azıcık…

THE REASON I JUMP

Bu yıl izlediğim belgeseller içerisinde size daha yetkin yapımlar bulup önermem mümkün; ama hiçbirinin The Reason I Jump kadar büyük kitlelere ulaşmasını diliyorum diyemem. Naoki Higashida’nın dilsiz otistik bireylerin deneyimleri üzerine yazdığı kitabın beyazperde versiyonu, zihinsel engellerin komün olarak değil tekil incelenmesi gerektiğini buyurarak daha önce hiç kimsenin bizleri tanıştırmaya cesaret edemediği bir pencereden bakmamıza yardımcı oluyor. Görsel açıdan tatmin edici kareler yakalamakta usta bir yönetmenin ellerinde de bu perspektif eğitici bir dili benimsemeden seyircisini ehlileştirmeyi başaran şahane bir sanat eserine dönüşmüş. Kullandığı medyumun gerekleri haricinde, hikâyelerini anlattığı kalabalığın sesi olduğunu da unutmadan yılın önemli seyir deneyimlerinden birine imza atmış Jerry Rothwell.


200 METERS

Siyasetin ucuzunu de hiç çekemez oldum artık. Filistin’de tıkılıp kalmış, İsrail tarafında yaşayan eşi ve çocukları için çalışıp didinen bir baba parodilerden fırlama bir sınır memuru yüzünden diğer tarafa geçemeyince kaçak yolları deniyor 200 Meters’da, ama ne yol. Bindiği araçta bölgedeki anlaşmazlığın her bir parçasını temsil eden bir yolcu var ve eğer anlamadıysanız diye finale doğru teker teker herkesi parmakla gösterip aslında tek suçlu batı diyen inanılmaz bir bana ne bana neciliğe de soyunuyor. Haklı olduğu tarafları politik duruşunuza göre ayıklayıp bulmak tabii ki de mümkün; ancak Alman karakteri üzerinden çuvaldızını batırdığı izleyicinin bile basit politika bilgisiyle 200 Meters tarafından aptal yerine konulduğunu anlayabileceğini düşünüyorum. Ha bir de film çekmeden önce ne yapıyoruz? Senaryo yazma dersi alıyoruz!


WILDFIRE

Hepimizin hayatta belli başlı zevkleri var tabii. Ama benim için bunlardan biri aralarında ne olup bittiğini beşinci dakikasından anladığımız, travması bol kardeşlerin “Onu anlamıyorsunuz işte, defolun!” bağırtılı kasaba manzaraları olmadı asla. Wildfire bugüne kadar izlediğiniz gittim de bir sor bakalım neden gittim gerilimlerinin en klişesi, en bayağısı, en pişmemişi, en cilasızı. Rejisinden oyunculuğuna tam anlamıyla sinemada ne yapılmaması gerektiğine dair okullarda izletilmesi gereken bir klasik. Sürüklendiğimiz buhranın içi o kadar boşaltılmış ki finale saklanan ifşanın yönetmen haricinde filmin muhattabı herhangi birine hitap etmesi imkansız. Ama nedir? Gece ayazında İrlanda gördük, nerelerden geçmememiz gerektiğini öğrendik. Buna da şükür. Bardağın dolu tarafından bakasım varsa demek ki…


I AM SAMUEL

Kuir kişilere yönelik nefret cinayetlerinin hat safhada olduğu Kenya’dan bir aşk hikâyesi gibi dursa da özünde tamamen aileye ve bir eşcinsel olarak ataerkil düzen içerisinde meydan okunanın sadece toplum değil, direkt kandaşlarınız olduğunu ifade eden bir belgesel I Am Samuel. Ne acıdır ki yaşadığımız topraklarda bile karşılığını bulabilecek bir çifti konu alıyor. Ancak dışarıdan bir göz anlatıcı pozisyonunda oturmasına karşın ait olduğu dünyanın çok içine tıkılıp kalmış gibi hissettim ben seyrim boyunca. Babasının onayından büyük bir sınav ile sınanıyor hâlbuki esas oğlanımız. Ülkesinde özel hayatını kapalı kapılar ardında süren LGBTQ+ bireylerin bütününü temsil ettiği dev bir misyon yüklemek istemesem de sırtına belgeselin bu kadar kişisel bir yerde nefes alıp verenine tahammülüm yok sanırım.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version