Eleştiri

4 Film 400 Kelime: Güz Artıkları

Yayınlandı

on

Elimdeki yazmak için biriktirdiğim yazdan kalma filmler ve dizileri tüketerek önüme bakmak istesem de yığın sürekli büyüyor. Bu ay içerisinde 4 Film 400 Kelime’yi de haddinden fazla kullandım farkındayım. Ancak Ekim’in kapanışını yapalım, yıl sonuna kadar da güncellenmiş Tembelin Günlüğü serisine dönmeyelim dedim. Kendi çöplüğümde öttüğüm için hile yapıyor olmamı maruz görürsünüz umarım diyerek dalıyorum yine serin sulara… Hadi direkt dalın, alışırsınız.

THE PAINTER AND THE THIEF

2020’nin kayda değer işlerinden The Painter and the Thief, Norveç yapımı bir belgesel. Tabloları çalınan bir sanatçı ile uyuşturucu etkisi altında kimin için ne için bu suçu işlediğinden bihaber hırsızın olayın ertesinde kurduğu bağı konu alıyor. Tutunduğu yerde sanatın ulaşılabilirliği ve tüm dillerin üstündeki evrenselliği üzerine de bir sohbet var, ayrıcalıklarımızın gözümüzü kör etmesi ve neden sonuç ilişkisini gözetmeden dağıttığımız yargının sorgulaması da. Bunları da belgesel türünün biçimsel anlamdaki oyunbazlığını sonuna kadar kullanarak masaya yatırıyor üstelik. Hepsinin haricinde bir de sanatsal üretimin arkasında her daim hakikatın yattığına dair bir vurgu var ki bu mesajın net ve temiz bir şekilde seyirciye geçebilmesi uğruna üstün mücadele veriyor. Tempo problemi sürekli baş gösteriyor olmasa çok daha coşkulu methiyeler de düzebilirdim.


THE VAST OF NIGHT

Andrew Patterson’ın yönetmenlik koltuğundaki ilk denemesi The Vast of Night, minik bütçesiyle dağları devirmeye çalışan o mütevazı bilimkurgulardan biri. Ellilerin sinema ahlakına yaptığı sayısız referansı Amazon bünyesinde seyirci karşısına çıkaran yönetmen, yine o dönemin ve hatta altmışların da büyük bir kısmını kaplamış radyo tiyatrosu kültüründen yararlanarak bir hikâye anlatıyor. Filmin sıfır tanıtımla bir şekilde izleyicisini bulabilmesi takdire şayan tabii; ama ben her şeyi fazlasıyla kurallı ve özelliksiz bulanlardanım sanırım. Üzerimde bıraktığı tesir kendi kendini yönetmiş bir tekstten fazlası değil ki muhtemelen Patterson’ın yaratmak istediği hissiyat da tam olarak buydu. Burada da işte tiyatro ile beyazperde arasıdanki çizgiyle alakalı hislerim giriyor. Bir takım öznel fikirler, memnuniyetsizlikler, yine de takdir etmeler…


FALLING

Hadsizliği ve ağzını da başka yerleri gibi tutamamasıyla meşhur Viggo Mortensen’ın yönetmenliğe Falling gibi bir metinle başlamış olması… Haberiniz var mı bilmiyorum, cishet beyimiz akli dengesini kaybeden babasına bakmak mecburiyetinde kalan, ona ölse de gitse dedirten son baharında eşlik eden eşcinsel bir adamı oynuyor. Amerika’nın bir ayağı çukurunda nesilinin olmazsa olmazlarından homofobi, faşizm ve bilimum nefret suçlarının hepsini bünyesinde barındıran Lance Henriksen hissede hissede oynamış bu beş para etmez adamı. Beyazperdedeki temsiline tabii ki de bir şikayetimiz yok. Ama bu karakteri gösterirken verdiğiniz mesaj “Ya yaşlı işte o da ne yapacaksın?” olmamalı sanki. Üstelik çok çok kötü yazılmış diyaloglar, Laura Linney haricinde herkesin Razzie’ye malzeme çıkardığı performanslarla dolu bu rezalet. Kötücül demiyorum, o kadar zeki değil ne yazık ki. Ama kötü. Çok kötü!


BAD TALES

Berlin’den senaryo ödülü ile dönen İtalyan yapımı Bad Tales da uzun zamandır izlediğim en kafası karışık film aslında. Bir coming of age öyküsü mü olmak istiyor, o perspektiften toksik masküliniteyi mi yorumlamak istiyor, disfonksiyonel ailelerin üzerimizde bıraktığı travmalarla geleceğe yelken mi açası var… İnanın hiçbir fikrim yok. Ama tüm bu kargaşanın garip bir şekilde işlediğini fark ettim finale erdikten sonra. Çocuk karakterleri arasında kurmaya çalıştığı ergenliğe dair cinsel tansiyon bir kaşımı kaldırmama sebep olurken, en eril bireyinin kartondan korkusuzluğunu ateşe vermesine de bir o kadar tutuldum. Tıpkı Berlin jürisi gibi en iyi tarafının senaryosu olduğunu ben de tekrarlayarak, acaba yönetmenleri dersine biraz daha mı çalışsa diyeyim ki beni okudukları için hemen harekete geçsinler.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version