2019/20 televizyon sezonunun Mayıs ayında sonlanmasının ardından kendi ödüllerimi dağıtmadan evvel birkaç Sezon Günlüğü karalamışım ama düşünün o günden bu yana tek bir dizi yazısı çıkmamış Oscar Boy sayfalarında. Elimdeki her şeyi tüketip (buna izlediğim filmler, yarışmam ve şimdi konuşacağımız TV yapımları dahil) önüme bakmak istediğim için, farkında olmadan ertelediğim şeylerle meşgul edeceğim sizi birkaç gün. Fikir beyan etmesen ölür müsün diyen herkes için gelsin. Ses… Bir ‘ki, deneme, üç dört…
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
THE BOYS (2. Sezon)
Giderek sayısı artan çizgi roman uyarlamalarının en ünlü olanlarıyla çaktırmadan dalga geçmek üzere yola çıkmış Prime dizisi The Boys, dünyaya bahşettiği Antony Starr adındaki yeteneğe sazı toptan teslim ettiği yeni sezonunu geçtiğimiz ay tamamladı. Süper kahramanların toplumca tanındığı, süper star muamelesi gördüğü ve hatta orduya katılıp silahlı kuvvetlere destek vermeleri için mücadele gösterildiği bir gerçeklikten sesleniyor bu yapım bizlere. Mutasyonun V bileşeni adında bir sıvıyla gerçekleştiği, dolayısıyla süper kahraman olduğu kadar süper teröristin de nefes aldığı dünyasının ilk sezonunda şöhretin ataerkil düzendeki karşılığına ve büyük güç büyük sorumluluk getirir, ama ya o sorumluluğu muhteva edecek bedenlerde yönetimden ego sorumluysa sorusunu sormuş, bizleri de fazlasıyla memnun etmişti. İkinci sezonda tehlikenin boyutlarını daha da çok incelemeye koyulurken daha ön planda olan kahramanlarını tanıtmaya soyunmuş. Homelander’ın psikopatlığı zaten hep zirvede ama Maeve’in özel hayatı, Starlight’ın iki dünya arasında gelgitleri, The Deep’in aptallığı derken ritmini buldu sanki. Güçlü kadın anlatıları yaratacağız derken birini isyancı, birini biseksüel, diziye yeni soktuğunu da Nazi olarak seçip etiket dağıtmasıyla henüz sıkıntım bitmiş değil. Ancak karton Hollywood’un Avengers rezaletinde yaptıklarını düşününce en azından merkezden birden fazla kadın var diyebiliyoruz. MVP: Antony Starr (Homelander)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
I MAY DESTROY YOU (1. Sezon)
Gönül I May Destroy You için uzun uzun konuşmak isterdi tabii ama şimdi yazsam da kim okuyacak diyerek buraya dahil ettim. İlişkilerde rıza kavramı, istismarın nerede başlayıp nerede bittiği ve yine cinsel birlikteliklerde sıradan gözüküp sınırlarımızı ihlal eden her şeyin röntgenini çeken bir adet Michaela Coel var karşımızda. Bugüne kadar farklı farklı yerlerde ufaktan tanıyıp sevdiğimiz Coel, Phoebe Waller-Bridge’in taşlarını eskittiği bir yolda komedinin gücünü de elinin tersiyle tamamen itmeden çok daha zor meselelere değiniyor. Burada öyküsünü bizzat kendi oynadığı tek bir kadına indirgemeyip yakın çevresinin hayatlarını da ufaktan kadraja dahil etmekten çekinmemiş. Öyle ki kimliğin yalnızca cinsiyeti, yönelimi ilgilendiren kısmında değil ten rengini, Londra gibi çok kültürlü gözüken bir şehirde benliğini kaybetmemeye değdiği yerlerde eşi benzeri olmayacak bir şekilde ekrana taşımış. Benim vurulduğum kısım da biraz bu. Görkemli ışıkları göz boyayan mega kentin o cani tarafını, sokak lambası bozulmuş sokak aralarında boğaz keserek değil, tamamen bugünün meselelerini ilgilendirecek, herkesin acı bir şekilde tanıdık bulacağı bir anlatıyla gösterebilmiş olması. Arabella’nın hikâyesi bitirildiği için devamı gelmeyeceğine dair sinyal verilmiş olması biraz canımızı sıkıyor tabii. Umuyorum Coel antolojik bir maceraya kalkışır hayran bıraktıran kalemiyle de hasret kalmayız. MVP: Michaela Coel (Arabella)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
TED LASSO (1. Sezon)
Apple’ın bu şahane komedisinden nasıl haberim olmadı inanın aklım almıyor. Scrubs ve Cougar Town gibi çok sevdiğim işlerin yaratıcısı Bill Lawrence’ı SNL’in en çalışkan mezunlarından Jason Sudeikis ile pek çok uzun metrajlı işinde birlikte çalıştığı ekiple buluşturan Ted Lasso tam anlamıyla yılın gizli cevheri. İngiliz Premier Lig takımı Richmond’a menajer olarak getirilen Amerikan futbolu hocası, Kansas’ın bağrında güneyin misafirperverliği ve kırsala ait pozitif düşünme takıntısıyla büyüyüp yeşermiş bir adamın etrafında geçiyor bütün hikâye. Sudan çıkmış balığımızın kendi evliliğinde ters giden şeyleri uzaklaşarak dışarıdan görmeye çalışma macerasında bu kadar uzak bir yeri neden seçtiği, bu kulübün ona neden bu görevi teklif ettiği, dünyanın en yüksek maaşıyla çalışan meslek grubundaki futbolcuların bitmek bilmeyen egoları ve okyanusun iki tarafının en güzel özelliklerini birleştiren inanılmaz bir sentez var. O kadar güzel kalpli, içten, öyle sıcacık bir iş ki ikinci bölümün sonunda Ted’e ve Richmond kulübünde görev alan herkese teslim olmuş bir şekilde kilitlenip kaldım ekrana. Şimdiden üçüncü sezon onayını alan yapımı nolur futbolla alakalı diyerek görmezden gelmeyin. Çok ikincilleştiğini söyleyemem ama takım sporlarının birleştirici gücünü çok naif kullandığı ve o dünyaya ait toksik karakterlerini iyi göstermeye çabalamadığından tadından yenmiyor. Ba-yıl-dım! Konu kapanmıştır. MVP: Jason Sudeikis (Ted Lasso)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
THE SISTER (Mini Dizi)
İki gözümün çiçeği, hayatımın anlamı, evimin direği, çocuklarımın babası Russell Tovey nerede oynarsa izlemek boynumun borcu biliyorsunuz ki ve konusunu okuduğum anda ne izleyeceğimi üç aşağı beş yukarı tahmin ettiğim, Neil Cross’un Buried isimli romanından uyarlama The Sister isimli mini dizisinin başına da her şeye rağmen kulaklarına kurban olduğum Russell bebeğimin hatırına oturdum. Sonuç net bir hüsran denemez. Tıpkı You’da Penn Badgley için yapılmak istendiği gibi psikopatların aramızda “sıradan insanlar” olarak kol gezdiği mesajını vermeye çalışan bir anlatı kurmaya çalışılıyor. Kırmızı bayrak üstüne kırmızı bayrak çıkardığı birlikteliğinde partneri Holly, Russell Tovey tarafından canlandırılan problematik Nathan beyin ne olduğunu göremediği için iş inandırıcılığını fazlasıyla kaybetse de meselesini yaya yaya anlatan cinayet/polisiye/gerilim dizilerinin Birleşik Krallık ayağında kısıtlı malzemeden tek sezonluk dizi çıkarınca mantık hataları koleksiyonu yapmak âdettir zaten, alışığız. Tovey’nin alışık olduğumuzun dışında bir karakter canlandırması sebebiyle oyunculuk yetilerinin yeni yönlerini göstermesini takdir etmekle yetindim o yüzden ben sadece. Geriye dönüşlerini yerleştirerek yaratmaya çalıştığı merak kendini öyle bayağı bir ifşayla tamamlıyor ki zaten, biriciğim haricinde odaklanacak başka bir şey bulmak mümkün değil. MVP: Russell Tovey (Nathan)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
PERRY MASON (1. Sezon)
The Americans’ın yıldızı Matthew Rhys ile Orphan Black sevenlerin biriciği Tatiana Maslany’i buluşturan Perry Mason, daha önce de Amerikan televizyonlarında adaptasyonu yapılmış bir roman serisinin ana karakteri. Büyük Buhran’ın tesiri altındaki Los Angeles’ta yolsuzluğun her türlüsü almış başını giderken, savaş veteranı Perrymiz bir dedektif olarak buram buram canilik kokan bir cinayetin sorumlularını araştırmaya girişiyor. Arka planda da kurduğu tarikat ile kafa şişiren bir takım şarlatanlar, sahip oldukları paralar sebebiyle kötü adamların kıskacına girmiş zenginler ve tabii namusuyla işini yapmaya çalışan yol arkadaşları var Perry’nin. Boardwalk Empire aynı zaman aralığında öyle dokunulmaz ve özel bir şey yaptı ki ben artık tamamen rafa kaldırılsın istiyorum Amerika’nın bu dönemi. Üstelik Perry Mason kim, neden öldürdü sorunsalında kurmaya çalıştığı gizem gram işlemiyor. Bu karakterler neden televizyon ekranımda ve benim bunları hangi sebeple merak etmem gerekiyor suallerine yanıt ararken yorgun düştüm ben açıkçası. Robert Downey Jr. ve eşi Susan Downey’nin yapımcıları arasında aldığı projeye bir de ikinci sezon onayı verilmiş… Ne acı. MVP: Matthew Rhys (Perry Mason)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
THE THIRD DAY (Mini Dizi)
Birleşik Krallık – ABD ortak yapımı The Third Day, kariyerinde nekahat dönemine giriş yapan Jude Law’la hasret gidermemiz haricinde ne işe yaradı emin olamıyorum. Ne idüğü belirsiz bir adadaki gizemli olayların anlatıldığı, altı bölümünü iki ana karakteri için ortadan bölüveren yapım İngilizler’in o çok pişmemiş TV gerilimlerinden bir diğeri. Bu pişmemişliğe alışık olsak da bizi şaşırtan Law haricinde Naomie Harris, Katherine Waterston, Emily Watson, Paddy Considine gibi zengin bir kadronun bu senaryoyu okuyup evet demiş olması aslında. Peki nedir The Third Day’i bu kadar sevmemize engel olan şey? Karikatür karakterler, kendini fazla önemseyen diyaloglar, mantıksız olay örgüsü, mekanın farklılığına kendini kaptırmış bir yönetmenlik ve canı çıkarılmış bir “Yoksa bunlar tarikat mı?” konsepti… İnanın istemsiz komedi etkisi yaratan finaline gelene kadar her bölümü üç günde bitirebildim. Bunun bir tık daha iyisini Perry Mason’da deniyorlar bu arada. Üstelik görüntü yönetmeni her şeyi flulaştırmadığından insanları seçerken de güçlük çekmiyorsunuz. MVP: Sabrım
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
CORPORATE (3. Sezon)
Mezun olduğum günden beri artık şans mı dersiniz, bahtsızlık mı bilmem, kurumsal firmalarda dirsek çürüttüğüm için Comedy Central’ın saklı hazinesi Corporate’ı izlerken anlamsızca evet evet ben bunların hepsini yaşadım ve yaşıyorum kahkahaları atıyorum. Üçüncü sezonun ruhunu kapitalizme satan beyaz yakalılar üzerindeki psikolojik etkilerini bütünüyle mental sağlık üzerinden incelemeye alan mizahı da yine gerçeğe yakınlığı ile hem ciğerimi dağladı, hem de en gürültülü kahkahalarımın sebebi oldu. Kimin için kürek çektiğimizi bilmediğimiz günlerden yaptığı koleksiyonda sona geldiğimiz için biraz üzgünüm de hatta. Gerçek dışı iş ortamı komedilerinden sonra Pat Bishop ve dizide de oyuncu olarak yer alan Matt Ingrebretson ile Jake Weisman ikilisinin kaleme aldığı yapımı tanıdık bulabildiğim için hâlimden pek mutluydum çünkü. Yalnız buradan artık nereye giderlerdi, gitselerdi iş iyice karakter bazlı bir güldürüye mi dönerdi bilemediğim için itiraz etmiyorum. Bu arada…. Yaşanmışlıklardan biriktirdikleri hatıra defterinin sonunda bilin bakalım ne var? Tabii ki de ruhumuzun satılışı! MVP: Jake Weisman (Jake)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
CLOSE ENOUGH (1. Sezon)
Genç yaşta ebeveyn olmuş, eski hayatlarını özlemekle sadece nostaljisine takılı kalmak arasında gidip gelen ve yeni düzenlerini de birkaç istisnai durum haricinde çok da yadırgamayan bir çift var Close Enough’ın merkezinde. Sayıları giderek artan milenyal ebeveynlerin animasyon karşılığı özetle. Muhtemelen bir network’te de defalarca denenmiş bir formül uygulanıyor. Ancak tabii iş çizgi dünyada geçtiği için sınırları çok daha geniş, gerçekle kurgu arasında kurdukları bağın gevşekliğinden fazlasıyla yararlanıyorlar. Bunda HBO’nun streaming servisi HBO Max gibi tepe tepe özgürlük alanı sunan bir kanalda seyirciyle buluşmalarının da katkısı büyük elbette. 2017 yılında TBS’te ekrana gelecek iken rafa kaldırılan ve üç sene sonra başka bir platformda yayınlanan Close Enough’la ilgili ilk sezon dahilinde söylenebilecek tek şey fazlasıyla eğlenceli olduğu. Her bölümüne de ikişer macera sığdırdıkları sıkmayan bir ritmi var üstelik. Benim gözüm Jason Mantzoukas’ın seslendirdiği Alex delisinin üzerinde. Kalan sağların dertleriyle daha çok empati kurabilsem de komedi konusundaki yeteneklerini yüzünü göstermeden bile sergileyebilen Jason beyimizin bu karakter ile kalbimizde kurduğu tahtı küçümseyemiyorum. Ama tabii senaristlere de mesajımız net: Biraz daha orijinal materyal lütfen! MVP: Jason Mantzoukas (Alex)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
A.P. BIO (3. Sezon)
Lorne Michaels’ın yürü ya kulum dediği dizilerden A.P. Bio, Harvard mezunu bir akademisyenin kariyeri çeşitli sebeplerden sonlanınca memleketine dönüp bir lisede hocalık yapması üzerine çok klişe formüllerle işleyen bir komedi esasında. Ancak kadrosundan mı, tertemiz bir senaryosu olmasından mı, yoksa tamamen benim mizaha olan düşkünlüğümden mi bilinmez çatır çutur işliyor bu basmakalıp güldürü. NBC’de tamamladığı ilk iki sezonun ardından kanalın online platformu Peacock’a transfer olan yapımda SNL’in efsanevi senaristlerinden Paula Pell, başarılı komedyen Patton Oswalt, It’s Always Sunny in Philadelphia hayranlarının yakından tanıdığı Glenn Howerton ve hatta şu aralar We Are Who We Are’da izlediğimiz Spence Moore var. Peki üçüncü sezon özelinde ne söylenebilir? Yani yine bildiği şeyin en iyisini yapmaya özen gösterdi A.P. Bio. Artık Peacock’ta olduğu için reyting kaygısını yaşamadan 20 dakikalık bir network komedisinin formuyla ne kadar oynanabilirse o kadar da oynamış. Konsept epizotlardan ziyade “previously on A.P. Bio” gibi devam eden esprilere bağlı kalarak sağdıklarının sezonun en iyi bölümleri arasında yer aldığını da ekleyebilirim. Aklını dümdüz soytarılıkla dağıtmak isteyen herkese de tavsiyem olsun tekrardan! MVP: Paula Pell (Helen)
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
THE CHI (3. Sezon)
Master of None’da Aziz Ansari ile birlikte yazdıkları Şükran Günü bölümü için sonsuz kredi verdiğimiz Lena Waithe’in yaratıcı kimliğiyle karşımıza çıktığı dizisi The Chi, Showtime ekranlarında sessiz sedasız üçüncü sezonunu tamamladı. Ve öyle ki şimdiden dördüncü sezon için de onay alınmış durumda. Centrifikasyonun bağlarına girip Chicago’nun güneyindeki çeteleri, illegal uyuşturucu ticaretini ve tabii düşük gelirin bütün yan etkilerini sıradan aileler üzerinden anlatmaya çalışan derli toplu bir drama aslında bu. Ancak artık sezonlarını bir hikâyeyle doldurabilmek adına ille de birilerini öldürmeye, kan dökmeye ihtiyacı varmış gibi hisseder oldu Waithe. Bunda siyah komünitedeki bütün problemlere parmak basması gerektiğine dair ilkel inancının da etkisi var tabii. Hâlbuki birileri hepsini tek bir dizide anlatırsan Mahsun Kırmızıgül’ün ölümsüz enkazı Güneşi Gördüm’den farkımız kalmaz dese bir dengeyi bulacak. Yine de bu kafası karışık, daha doğrusu tek bir sezona maksimum travma sığdıran senaryoyla, oyuncu kadrosunun iyi başa çıktığını düşünüyorum. Kadroda zayıf bir halka olmadığı için de yavaştan pembe diziye kaçan hâlleri her türlü alıcısını buluyor. MVP: Ntare Guma Mbaho Mwine (Ronnie)