Yaratıcılar: Scott Frank, Allan Scott (uyarlama), Walter Trevis (roman) | Oyuncular: Anya Taylor-Joy, Bill Camp, Moses Ingram, Christiane Seidel, Rebecca Root, Chloe Pirrie, Akemnji Ndifornyen, Marielle Heller, Harry Melling, Patrick Kennedy, Jacob Fortone-Lloyd, Thomas Brodie-Sangster, Marcin Dorociński, Isla Johnston, Annabeth Kelly | 60 dakika | Netflix
Walter Tevis’in 1983 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan The Queen’s Gambit, arka arkaya tüketimi kolay dizi üretme konusunda ustalaşan Netflix’in son numaralarından biri. Beyazperdede The Witch ile başlayan yolculuğunu Split, Thoroughbreds ve Emma gibi yapımlarla devam ettiren genç yetenek Anya Taylor-Joy, Elizabeth Harmon adında genç bir satranç dehasını canlandırıyor. Hem bu oyuna olan düşkünlüğüm, hem Stefan Zweig’ın ilk gençlik yıllarımdan hafızama kazınmış eseri Satranç’ın da etkisiyle kendimi altmış dört kareye hapsetmek üzere başına geçtiğim mini dizi, Elizabeth’in ellili yıllarda büyüdüğü yetimhanede bu oyunla nasıl tanıştığından başlayarak, ardından evlatlık edilmesine ve nihayetinde de üstün başarıları ile yıldızlığa doğru giden yoldaki bütün iniş çıkışlarını konu alınıyor. Çok iyi yapılmış, peşinen set ve kostümleriyle seyircisini geçtiği döneme ışınlayan ve en başta da belirttiğim gibi binge kültürü içerisinde seyri muhattabını yormayan bir yapıya sahip karşımızdaki dizi. Ancak tüm bu başarı hikâyesinin karanlık taraflarıyla çok ilgilenmeden yapıyor her şeyi. Tipik bir erken 2000ler, büyük bütçeli, stüdyo eli değmiş Oscar filmi kıvamında serilen başarı öyküsünde Amerikan tarihinde halkın sakinleştiricilerle yaşadığı aşk/nefret ilişkisinin, biyolojik annesinden sebep travmaların ve en nihayetinde kendini en iyi olmaya layık görmeyen fakat bu uğurda verdiği savaşa da devam eden Elizabeth’in neden böyle biri olduğunu anlamaktan oldukça çekiniyor Scott Frank (dizinin senaristi ve tüm bölümlerin yönetmeni). Öyle ki Beth’in tamamı erkeklerle dolu bir dünyada tek başına kadın olarak verdiği mental savaşı bile çok kısık bir tonda inceliyor. Eski lise arkadaşıyla karşılaştığında bebek arabasının altında gösterilen içki şişeleriyle, üvey annesiyle aynı kaderi paylaşacağına dair imasından tutun bütün partnerleriyle ilişkilenmelerinde yegâne sorunu Beth’in tam bağımsız bir kadın olmasına bağlamasında bile hem yerine oturmayan, hem de literatürde feminist bir roman olarak geçen materyale hakkını teslim etmeyen bir korkaklık var sanki. Beth’in öyküsünün karanlığıyla örtüşmeyen, Ron Howard’ın A Beautiful Mind’ı misali her şeyi şekere bulayan bir iyimserlik hâli hatta. Karşısına kontrast olarak koyduğu kadınlara da dikkatinizi çekerim: Erkek budalası, ev hanımı, model, gölgede çevirmenlik yapan bir eş… Yalnız bunu erkek gözünden yazılmış bir materyal olmasına bağlayarak çekildim köşeme. Son dönemeçte ailesi sayabileceğimiz Jolene’i karşısına dikip manzaraya Beth’ten başka tek güçlü bir kadın figürü yerleştirmiş olmasını es geçmediğimi not düşeyim ama. Burada soru tabii ki de artık streaming platformlarında yalnızca seyircinin ihtiyaçlarına hitap etmek üzere üretilmiş yapımların nasıl okunması gerektiğine dair genel bir tartışmaya uzanıyor bana soracak olursanız. Dünya üzerindeki herkes gibi 7 bölümü tek nefeste bitirmiş olmamın bir değeri var mı, 120 dakikada anlatabileceği bir öyküyü bu kadar sürüdüğü için takdiri hak ediyor mu ve en önemlisi de seyir zevki muhtevadan daha mı önemli sorgulaması gündemimde. Siz de tarafınızı seçin bakalım. Rahatsız olduğum için bu kadar irdelediğim diziyi tartıp biçme sırası sizde. MVP: Anya Taylor-Joy (Elizabeth Harmon)