Yönetmen: Spike Lee | Oyuncular: Delroy Lindo, Jonathan Majors, Clarke Peters, Norm Lewis, Isiah Whitlock Jr., Johnny Trí Nguyễn, Mélanie Thierry, Paul Walter Hauser, Jasper Pääkkönen, Chadwick Boseman, Jean Reno, Veronica Ngo | Senaryo: Danny Bilson, Paul De Meo, Kevin Willmott, Spike Lee | 155 dakika | Drama, Macera, Savaş
Bir önceki filmi BlacKkKlansman ile kariyerinde geç de olsa Oscar’la buluşan usta yönetmen Spike Lee, uzun zamandır yaptığı, en politik diyemesem de, en hiddetli filmle karşımızda bu sefer. Pek çok veteran gibi sınırsız yaratıcı özgürlüğü mümkün kılan Netflix bünyesinde seyircisiyle buluşmuş bu yapım, dijital bir platformda yer alıyor olmanın avantajlarını sonuna kadar kullansa da bu rahatlık yalnızca Lee’nin hikâye anlamında bugüne kadar yaptığı en dağınık işi çıkarmış ortaya. Vietnam Savaşı’nın tüm dünyadaki yayılımcı etkisi ve her şeyden evvel Amerikalı siyahları ilgilendiren tarihi hakkında yazılıp çekilmiş bolca film olduğu için mevzuya yepyeni bir yerden bakacağını umut ettiğimiz Lee, değil orijinal bir söylem bulmak, diline pelesenk ettiği kavgayı garip bir şekilde yüzeyselleştirmeyi başarıyor. Sinematografisinde yapılan kasıtlı tercihlerle belli bir zaman aralığına ve kaliteye sahipmiş gibi gözükme çabası barındıran Da 5 Bloods’ta Vietnam’a geri dönen dört gaziyi izliyoruz. Savaş sırasında şehit düşmüş yol arkadaşlarının bedeni ve onunla birlikte gömdükleri savaş ganimetlerini bulabilmek için çıktıkları macerada teker teker bütün meseleler masaya dökülüyor. Geçmişin hayaletleri hortlarken kendi ülkelerinde sahip olamadıkları bir hürriyetin kanla başla mücadelesini vermiş olmalarının öfkesi de iyice gün yüzüne çıkıyor. Ancak hiçbir zaman yüzümüzün tam ortasını hedefleyen didaktik üslubundan rahatsızlık duymadığım Lee çok çiğ bir yöne çevirmiş bu sefer yüzünü. Tonunu deşifre etmekte güçlük çektiğimiz, her sahnede yeni bir fikre yelken açan enkazdan hâllice bir düzenek kurmuş âdeta. Çatışmaları hantal, tarihin acımasız sayfalarını en çıplak formunda göstermesi çiğ, bunu desteklemek için kullanılan ses tasarımı da bir hayli bayağı. Kurguyla gerçeği birleştirmesine nasıl bir bağışıklık kazandıysak ne yaparsa yapsın dört bir yana saçtığı hikâye parçalarını toplayacağına dair umutlarımız boşa çıkıyor, ki burada biriktirdiği yığından bir bütün elde edebileceği de şüpheli ya neyse. Yakın bir tarihte kaybettiğimiz Chadwick Boseman’ın son performanslarından birini barındırması, yükselen yetenek Jonathan Majors’ın kendini daha büyük bir izleyiciye ulaştırması, Delroy Lindo’nun elini korkak alıştırmadan ortaya koyduğu oyun ve Clarke Peters’ın film içerisinde dinlemeye değer tek karakteri canlandırıyor olmasının katkısıyla parlayan işçiliği haricinde bizden bir duygu sağabilmek adına aşırı müzik kullanan bu yapım hakkında kurabilecek inanın tek bir iyi cümlem yok başka. Yutkunması en güç mesajı bile inanılmaz bir ağır başlılıkla senaryosuna yayarak veren bir dehadan bu kötü fikirler salatasının, tabir-i caizse yönetmenlik kazasının çıkmış olması akıl almaz gerçekten. İçinde daha birkaç iyi film taşıdığını bildiğimden umudu kesmiyorum tabii. Önümüzdeki Oscar yarışında da kariyeri ufak bir tacı hak eden Delroy Lindo haricinde adının hiç anılmayacağını umuyorum. Bilhassa final bloğuna rağmen bir senaryo adaylığı gelirse belki şaşırmayacağım ama emin olun çenesini çok yapacağım.