Yönetmen: David Fincher | Oyuncular: Gary Oldman, Amanda Seyfried, Lily Collins, Arliss Howard, Tom Pelphrey, Sam Troughton, Ferdinand Kingsley, Tuppence Middleton, Tom Burke, Joseph Cross, Jamie McShane, Toby Leonardo Moore | Senaryo: Jack Fincher | 131 dakika | Biyografi, Drama, Komedi
Film izleme alışkanlıklarımızı değiştirdiği yetmezmiş gibi sinema salonlarının kaçınılmaz sonu için de fitili ateşleyen Netflix, son birkaç senedir adı ürettiklerinden önce gelen usta sinemacılara uçsuz bucaksız özgürlük alanı tanıdığı yapımlarla Oscar sezonunda ağırlığını koyuyor. Alfonso Cuarón’un altın heykelciklere boğulan Roma’sı, Martin Scorsese’nın bir dekattan fazladır beklediğimiz yıldızlar ligi The Irishman ve şimdi de David Fincher’ın babasının senaryosundan perdeye (akıllı televizyonlara?) taşıdığı Mank. Çeşitli sinema tarihi kitaplarında ve tüm zamanlar listelerinde kendine üst sıralarda yer edinmiş Orson Welles imzalı başyapıt Citizen Kane’in yazılma süreciyle ilgiliymiş gibi davranan, ama bugünü de çok alakadar eden bir metin var karşımızda. Yetmişli yıllarda meşhur film eleştirmeni Pauline Kael’in New Yorker bünyesinde tekrardan su yüzüne çıkardığı Citizen Kane’i kim yazdı tartışmalarında Herman J. Mankiewicz’den taraf durmuş gibi gözüken Jack Fincher, bütünüyle “Mank”in perspektifine göre hareket ettiği bir senaryo çıkarmış. Oğlu, Welles’e yüklenen kısımları törpülesin diye Eric Roth’un son bir rötuş yapmasına izin verse de nihayetinde bakılan pencerede çok büyük bir değişiklik yok. Tabii ki de bir taşyapıtın B yüzünden, Hollywood’un altın çağına dair kulisi bol bir meseleyi karıştırdığı için endüstrinin kendine tuttuğu bir ayna, meraklısına kapalı kapıları aralayan bir dedikodu kazanı muamelesi göstermek mümkün. Ancak merhum baba ile mirasını sırtında taşıyan oğlu Fincher’ın iş birliği, çağdaş Amerikan siyasetinde büyük bir rolü olan medyanın, hikâye anlatıcılarının ve tabii Hollywood’un bu toksik ilişkiyi bir asırdır yürüttüğünün altını çiziyor esasında. Mank, büyük stüdyo yöneticileri, Citizen Kane’in de büyük ilham kaynaklarından biri olan Marion Davies ile yaşantısı arasında mekik dokuyarak bu devasa makinenin dişlilerinde kimlerin sıkışıp kaldığını ve ne fedailerin verildiğini ortaya koyuyor uzun vadede. Üstelik iğneyi de çuvaldızı da parçası olduğu devasa canavara batırarak, tıpkı Citizen Kane’de olduğu gibi ana karakteri üzerinden dile getirmeyi tercih ettikleri cümlelerin yıkıcı tesirini eleştiriyor. Ucunda biten kariyerler, karalanan isimler ve hatta yiten hayatların yer aldığını da hatırlatarak tabii… Üslubunun görsel ayağında sessiz sinemayı yeni terk etmiş Hollywood, hikâye kurgusunda ise bütünüyle kırkların filmlerine yüzünü dönerek virtüözlüğünü konuşturan Fincher, kariyerinin de en politik filmini çıkarmış oluyor böylece. Dolayısıyla Trent Reznor ile Atticus Ross’un dönemin ruhunu bütünüyle yansıtan ve filmi de olduğundan daha hafif bir tona taşımaya gayret gösteren eşsiz müziklerine rağmen yüzü aydınlığı hiç görmüyor Mank’in. Tansiyonun hissedilebilir düzeye çıktığı final blokunda kurduğu dünyanın parçalarını da birleştirip zanaatini konuşturduğu bütün eleklerini gözle görülen bir yere asıyor. Esas karakterinin kişisel yaşamı özelinde bir takım tekerrürleri ritüel hâlinde ziyaret ettiğine şüphe yok. Fakat yine de film üretimi ve senaryo yazarlığında yeni bir zirve tattırdığını düşünüyorum Fincher ile ekibinin. Amanda Seyfried’in kariyerini tanımlan ve filmin esansı niteliğindeki özetleyici performansı da bu dört başı mamur bütünün bonusu gibi. Amerikan film endüstrisinin izlemeye bir türlü doyamadığım zaman aralığını mesken edinmiş olması sebebiyle zaafıma karşı koyamadığımı da not düşerek kapatayım ben yazımı. Alacağı her türlü Oscar’ı kendine has mizahı, görünmez savaşta durmayı seçtiği yer ve teknik yetkinliği sebebiyle ayakta alkışlayacağım da bilinsin.