Bir film hakkında 400 kelimelik yazı çıkarmaya bile üşendiğimiz noktaya gelindiği için sinema yazarlığında (Evet artık kendime ufaktan bunu demeye başladım. SİYAD yazarlarının karaladıklarına bakınca bir özgüven geldi.), kurgusal olmayan filmler/diziler hakkında zaten normal zamanda bile sınırın dolaylarına yaklaşamadığımdan iyice zorlanıyorum. Buna bir çare düşünmem gerekir diyerek muhtemelen devamı gelebilecek, sezon içerisinde izlediğim belgeselleri nispeten daha kısa ve topluca konuştuğum bir serinin startını vereyim dedim. Daha evvelden Bloody Nose Empty Pockets, A Secret Love, The Reason I Jump, The Painter and the Thief, The Social Dilemma, Time, Stray ve I Am Samuel‘ı tekil ya da çoklu yazılar içerisinde konuşup sıralarını savmıştım. Bugün sahne daha kalabalık ve seçki olarak düşünüldüğünde dudak uçuklatacak bir ekibin. Birbirinden merdane yiğitler meydane çıksın o zaman, hadi bakalım….
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
DICK JOHNSON IS DEAD
Seyirci karşısına çıktığı yıl Oscar’ın ilk beşine kalabilmek haricinde her türlü başarıya ulaşan arşiv görüntüleri potpurisi Cameraperson’ın yönetmeni Kristen Johnson, yakın tarihin taşyapıt belgesellerinden Citizenfour’un kamera arkasında edindiği görevle de bağrımıza bastığımız önemli bir anlatıcı aslında. Ana akım izleyici kendisinden pek haberdar olmasa da Netflix bünyesinde gün yüzü gören Dick Johnson Is Dead’in kişisel ve ulaşılabilir bir iş olması durumun seyrini değiştirecektir diye düşünüyorum. Annesi vefat ettikten sonra elinde onun yalnızca Alzheimer ile mücadele ettiği dönemden görsel kayıtlar kalmasına içerleyip babacığı ile çılgınca bir işe kalkmış Johnson. Ödüllü bir sinemacı değil de emekliye ayrılan psikolog bir babanın kızı olarak kamerayı eline alıp dublörler ve güzel güzel paralar harcadıkları setler yardımıyla kafalarından geçen uçuk ölüm senaryolarını canlandırıp çekmeye karar vermiş. Bu ölüme hazırlanma ortaklığından da baba – kızın ihtiyaç duyduklarının farkına varmadıkları bir hasret giderme fırsatı doğmuş aslında. Yaşlandıkça çocuklaşan ebeveynlerimizin gözünün içine bakıp “Kimse bunun böyle olacağını söylememişti.” diye ağlanırken demansın sisli kollarına kendini bırakan Dick Johnson’ı izlemek ben nasıl sarstı keşke anlatabilsem. Hele ki son 20 dakikaya kurdukları seyircisini tamamen hazırlıksız yakalayan vaziyet, göz yaşıyla kahkahanın birlikteliğinden kurulan o müthiş “sinema anı/büyüsü” bu acısı tatlısı bol deneyimi daha da katmerlendiriyor. Film yılını kapatmadan illa izlenmesi gereken belgeseller arasına adı yazılsın!
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
DISCLOSURE
LGBTQ+ olarak görünürlüğümüzün artmasının ardından kendi komünitemiz içerisinde tarih boyunca klanımız tarafından bile hep yokmuş veyahut başka bir zümreymiş gibi davranılan transları dinlemeyi nihayet öğrenebildik. Koskoca terf akademisyenler, kendi küçük dünyalarında yargı dağıtıp kimin kadın olup olmadığına karar veredursun Disclosure, ana akım medyadaki trans imajınının sorunlu geçmişini ve bugün geldiğimiz noktada neyin değişip değişmediğini anlatıyor. Kuir deneyimin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri olmayanın dahi, ismen tanıdığı ünlü oyuncular, modeller, ikonlar eşliğinde nasıl düşünmesi gerektiğine dair bir eğitim olarak da özetlenebilir hatta. Netflix, bu takvim yılı içerisinde izlediğimiz Visible: Out on Television gibi geçmişin problematik işlerini konuşmakla yetinen bir belgesel sunmuyor önümüze üstelik. Burada bütünüyle natrans temsiliyetin öneminin altını çizen ve doğru yolu göstererek bir nevi rehberlik eden net bir tavır mevcut. Sadece ne yapmalıyız, ne etmeliyiz, hangi yolu izlemeliyiz sorusuna sahip üreticilere hitap ettiği de düşünülmesin. Cishet bireyler tarafından canlandırılan trans karakterlerin toplumda ne tür hasarlar yarattığı, düşünme biçimimizi nasıl şekillendirdiğini geniş geniş de açıklıyor. O yüzden hikâye anlatma kabiliyetleri üzerinden özgün olduğunu iddia ederek küçük düşmek yerine ehlileştiren tarafına dikkat çekeceğim. Lütfen ama lütfen izleyin.
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
76 DAYS
tGündelik yaşantımda hakkında konuşmayarak, haberleri olabildiğince takip etmeden ve kendimi bütünüyle koruma altına alarak koronanın yok olduğuna bir şekilde inanmış gibi yapıyorum ama ben öteledim diye kovid 19 bebek ellere karışmıyor tabii. Bunu da görmedik demeyeceğimiz, global bir krizi ateşleyen allahın belası virüsün nüfusa kayıtlı olduğu yere 76 günlük bir ziyaret yaparak anksiyete bağlarına ışınlanmak isteyenler de bu başlık altında buluşuyor. 76 Days, Wuhan’ın ağır karantina koşulları altında hayata devam ettiği o korkunç dönemi en ön sıradan izlemekte. Yalnız bilimsel bir açıklama getirmek değil amacı, ki zaten aşıyı bulanların bile virüsü ne kadar tanıdığı şüpheli iken ne bilimsel açıklaması? Hayır, aşı karşıtı değilim bu arada. Paşalar gibi gidip her yerime vurduracağım inşallah. Ne diyorduk? Meselesini işin duygusal tarafında, yaşanan can kayıplarına ve arkasında bıraktığı insanlar üzerinden oluşturuyor bu belgesel. Virüsün bulaşıcı olması sebebiyle en sevdiklerimiz acılar içerisinde kıvranırken onların yanında olamayacağımızın altını çizerek bu yalnız ölümü hiçbir insan evladının hak etmediğini anlatıyor kısacası. Yine film yapma namına yeni bir gezegen keşfettiklerini iddia edemiyorum. Ancak sosyopat olmadığınız müddetçe kısıtlamalara uymamanız ve bunları yaşamak için ne tür geçerli bir sebebiniz olabilir diyerek bir sille indirişi var ki, her cahil sokak süpürgesine izletmelik.
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
THE METAMORPHOSIS OF BIRDS
İnanılmaz bir şey oldu ve başka bir yılda ya da belki de başka bir günde izleyip bu ne yahu uçuş uçuş diyeceğim bir belgesele vuruldum: The Metamorphosis of Birds! Bir kısmı canlandırmalardan oluşan, annesini kaybetmesinin ardından babasıyla hiç ummadığı bir bağ kuran Catarina Vasconcelos’un kurgu ile belgesel arasındaki sınırları ihlal ederek anılar geçidinde salındığı uzun bir ağıt gibi bu. Her bireyinin hayatta en değer verdiği insanı kaybetmiş bir aileyi geçmişten en zor günlerine, oradan da yasın tesirinin azaldığı bir zaman aralığına kadar izleyip görsel ve işitsel yollarla bu vefatın öncesiyle sonrası arasında bir bağ kuruyor Vasconcelos. Ortaya çıkan selüloid hatıra defteri esasında. Çaresi olmayan bitmişi bile tekrardan sahneye koyarak her şeyden evvel kandaşları için acılarına bağırlarına basmadan, üzüntü yerine mutluluk için dökülecek göz yaşlarıyla kanlı canlı bir ağıt yaratıyor. Ancak hikâye anlatma sanatının gücü işte. Anne babayı yitirme fikrinin evrenselliği üzerine şiir gibi (bu benzetmeden nefret ediyorum ama ne yapayım öyle…) bir film çıkarmış. Sorolla tablosuyla yapılan açıştan, üzerindeki su taneleri buz tutmuş ağaç dalına kadar tekil olarak ifade edildiğinde bir anlam teşkil etmeyecek, ama filmin boğazımıza hediye ettiği düğümün sebebi tonla kare var aklımda şimdi ve ne yaparsam yapayım aşamıyorum!
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
BOYS STATE
Turuncu maskaranın dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin başına geçmesi sağın önlenemeyen yükselişinin artık son damlası olarak işlev gördü ve Amerikan siyaseti 2016 seçimlerinden tamiri mümkün olmayan bir darbe aldı biliyorsunuz ki. Cumhuriyetçi neslin de fobisi bol, kaynağı yalnızca eşsiz cehaletlerinden sebep görüşlerini bu beyaz önceliğini savunan soytarı sayesinde daha kolay dile getirebilmesiyle birlikte bizim neredeyse yirmi senedir tadına baktığımız bir manzarayı izlemek mecburiyetinde kaldı ABD. İşte Boys State adı verilmiş, Apple’ın dijital platformu sayesinde izleyiciyle buluşan bu belgesel de otuzlu yıllardan bu yana Texas toprakları içerisinde uydurma bir devlette, izci kampına gider gibi politikanın tadına bakmak üzere yollara düşen ve Amerikan siyasetinin minik bir uygulamasını iletişim becerileriyle deneyimleyen gençleri konu alıyor. Dick Cheney, Cory Booker, Bill Clinton gibi tanınan isimlerin bana askerliği hatırlattığı için post travmatik stres bozukluğu yaratan Boys State olayların akışına karışmadan sadece gözlemleyerek ve üniversiteye henüz gidecek ufacık çocuklar tarafından yaratılan durumların anlatıyı şekillendirmesine izin veren bir belgesel. Bu kalenderliğin nihayetinde yavan bir sonuç elde edebilecek oldukları için yönetmenler için kumar oynamışlar bile denebilir hatta. Yalnız bilhassa son beş sene içerisinde olup bitenlere dair yeni kuşak üzerinden henüz perdede örneğini görmediğimiz bir pencere bulmuş. İyi politikacı olmak taşımaya değer bir vasıf mıdır, kim olduğumuzu bastığımız topraklar için ne istediğimiz mi belirler ve tabii medyanın siyaset üzerindeki yıkıcı etkisi üzerine ders niteliğinde çıkarımları da var almasını bilene.
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
MY OCTOPUS TEACHER
Son olarak bir Netflix belgeseli daha var elimde. Su altına olan düşkünlüğünü Güney Afrika’nın bakir bir koyunda her gün düzenli olarak serbest dalış yaparak besleyen Craig Foster tüm bir seneye yayılan bu tarifsiz hobisinde işgal ettiği habitattaki canlılardan biriyle inanılmaz bir bağ kurmuş. Kafadan bacaklıların görüntüsü sebebiyle en korkutan üyelerinden bir ahtapotu gözlemleyerek başlayan macerası her gün o dünyayı ona zarar vermeden ziyaret ettiği için hatırı sayılır bir dostluğa dönüşüyor. İki film yapımcısı arkadaşı, Pippa Ehrlich ile James Reed’in yaptığı röpörtajlarla birlikte özel olarak çok da bir şey söylemeyen bir belgesel aslında bu. İnsan ile doğa arasında oluşabilecek ilişkinin birbirini anlamaktan geçtiğini söylüyor temelinde. Ne de olsa konuşmak gibi bir yetisi olmayan bir hayvanla iletişime girmesini izliyoruz Foster’ın. Fakat gösterdiğinden daha fazlasını söylemeye ihtiyacı olan bir film de yok karşımızda. My Octopus Teacher, 7/24 belgesel yayınlayan bir kanalda alelade rastlayabileceğiniz bir su altı gözleminden hem görsel hem de hissel (ne tatsız bir kelime bu) maiyette tatmin edici bir şey çıkarıyor çünkü. Başından kalktıktan sonra biraz demlenince bir daha kalamar yememeye içtiğiniz antlarla vahşi doğanın en çıplak hâlini izlerken bile akıl edemeyeceğiniz bir takım duygular kalıyor elinizde. Sevgiyi, fedakarlığı, cesareti, hayatta kalma içgüdüsünü tek bir ahtapot üzerinden elden geçiren müthiş bir iş.